guzel gunler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
guzel gunler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Şubat 2012 Pazartesi

Babam Yeter Bana!

13 Şubat pazartesi akşamı yatmadan önce, salondaki oyuncaklarını toplarken babasından yardım istedi, Selin. Güle oynaya birlikte topladılar. Tam bitirmişlerdi ki kutuyu elinden düşürdü ve hepsi yine dağıldı. Hay Allah! deyip gülüşürken, “ben de yardım edeyim mi?” diye sordum. Tereddütsüz bir cevap geldi Selin’den: “Hayır, babam yeter bana!”
Salonun ortasında, dağılmış oyuncaklar, gülen bir küçük kız ve eriyen bir baba...

Not: Fotoğraf Selin'in yuvadaki doğum günü kutlamasından. Sırada doğum günlerine dair yazı ve fotoğraflar var.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Kayıt Altına Almak İçin...– 2, Şubat 2011

Ocak ayına inat Şubat ayında tam 3 doğum günü birden kutladık. Demir’le Mira’nın doğum gününü aynı gün kutladık, üstelik. Yoğun ve yorucu bir programdı ama çok eğlenceliydi. Öğlen Mira’nın doğum gününü Binbir Çiçek Çocuklar Evi’nde, Selin’in sevgili Serkan abisinin Mira için özel olarak hazırlayıp anlattığı “Davulumdan Masallar”la kutladık. Pastalarımızı yedikten sonra Banu’lara gidip Demir’in saat 16.00 başlayacak olan doğum gününü beklerken sohbet ettik. Yukarıdaki fotoğraf Mira’nın doğum günü sırasında Nilsu’nun annesi sevgili Özlem tarafından çekildi. Buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.
Demir’in doğum gününün yapıldığı yerdeki top havuzunu görünce kendinden geçen Selin’i, eve dönme vakti geldiğinde arabaya kucaklayarak götürmek zorunda kaldım. 1-2 dakika kadar ağlamaya devam eden meleğimin sesi kesilince anladım ki yorulmuş ve uykuya dalmış.
Şubat ayının son doğum günü sarı şekerimiz Arda’nındı. Yine gönüllerince eğlendiler. Doğum günü öncesi sabah kızlarımızı tiyatroya götürmeye karar vermiştik. Ama Selin’in huysuzluğunun arşa vurduğu bir sabahtı ve gitmiciim diye tutturdu. Uzun süren ikna çabalarım sonucu, Umur-Ada ve Nes-Zeynep’le AnkaMall’de öğle yemeği yiyebildik. Zeynep’le birlikte yemek sonrası bir de 3-4 turluk tırtıl sefası yaptılar. Arda’nın doğum gününde top havuzu yine Selin için en favori yerdi ama neyse ki bu sefer ağlamadan vedalaşabildi.
Bu çocuklar ne zaman bu kadar büyüdüler yahu!

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Kayıt Altına Almak İçin...– 1, Ocak 2011

Şimdi baştan söylüyorum, bu başlığı taşıyan yazılar, Selin’in kişisel tarihini kayda almak için yazdığım yazılar olacak. Yani eğer 2011 yılının ilk dört ayında Selin’in ne yaptığını, ne ettiğini merak etmiyorsanız bu yazıları okumasanız da olur. Ben gecikerek de olsa es geçmeyeyim, iki satır özet yazayım dedim. Ne kadar iki satır yazabilirsem artık:)
Yazıya ilk olarak aslında benim alıp ağacın altına yerleştirdiğim, bunlar İstanbul’dan, bunlar Brüksel’den geldi diyerek Selin’in açmasını beklediğim yılbaşı hediyelerine verdiği tepkileri fotoğraflarla belgeleyerek başlamak istiyorum. Artık o kadar çok şeye aklı eriyor ki sabah sabah henüz afyonum patlamamışken ve daha bir tane bile paketi açmamışken beni yine şaşırtmayı becerdi. Zaten bir gece önce yemekleri ve müziği rezalet olsa da, dostlarımızla birlikte geçirdiğimiz için çok mutlu olduğumuz güzel bir yılbaşı akşamı yaşamışız ve hala kendimize gelememişiz, hatun paketleri görüp heyecanla hemen açacağına, bana dönüp “bu hediyeyey nasıy geydi anne, ne zaman geydiyey anne, kim getiydi bunnayı anne?” gibi sorular sordu. Nihayet paketleri açınca da hangisiyle oynayacağını, okumaya hangi kitaptan başlayacağını şaşırdı.
Ocak ayının en gözde faaliyeti çok sevgili arkadaşı Ege’yle komşu olmamızın avantajını kullanarak yaptıkları akşam ziyaretleriydi. Çoook keyifli saatler geçirdiler.
Vakti zamanında yazılması elzem olduğu halde bir türlü yazamadığım ama 4 ay sonra bile olsa blogda mutlaka olması gerektiğini düşündüğüm meleğimin doğum günleriyle Ocak ayına noktayı koyacağım. Ayrıntılı bilgi almak ve şahane fotoğraflar görmek isteyenleri Umurcuğumun bloguna davet ediyorum.
Bu sene Ada’yla birlikte 24 yerine 22 Ocak’ta kutladı doğum gününü meleğim. Üzerinde geçen yılki doğum gününde Ela’nın hediye ettiği elbisesiyle çok şekerdi.
Canım arkadaşlarıma biraz erken gelmelerini söylediğim çok iyi olmuş. Çünkü resmen beni topladılar (bkz. fotoğraf). Onlar olmasaydı geçen seneki gibi yavruların resimlerini kullanarak yaptığım duvar süsünü asmamız mümkün olamayacaktı.
Bu sene sürpriz yaparak doğum gününe gelen ve “amanin bu kadar çocukla nasıl otururum, ben sonra yine gelirim şekerim” diyerek evine dönen, merhaba-hoşçakalın arasında hızlıca resimlerini çekebildiğim pisi anneannesiyle –ki Teo’nun anneannesidir, mutluluk pozları verdi kızım.
Bu senenin yeni modası da suratını şekilden şekile sokarak poz vermek.
Neredeyse bütün oyuncakların birer birer salona getirilip oynandığı bol gürültülü, bol kahkahalı ve inanılmaz ama bol sohbetli bir doğum günüydü. Gelip mutluluğumuzu paylaşan bütün arkadaşlarıma gecikerek de olsa kocaman teşekkürler ediyorum.
Meleğimin hediyesini açtığında suratının aldığı ifadeden çok sevindiğini görünce pek bir rahatlayıp “Aman aman, nihayet kız çocuğu olduğunu hatırlayıp bebeklerle oynamaya başlayacak galiba” diye düşünmüştüm. Maalesef bir hafta içinde hevesini alıp bu bebeğini de diğer bebeklerinin yanına koydu ve yine müzik aletleriyle oynamaya, boya ve kalemlerinin arasında kendini kaybetmeye devam etti.
Arkadaşları gittikten sonra başbaşa kalan kızlar çetesinin azgınlıklarını Umur harika fotoğraflarıyla belgelediğinden burada uzun uzun yazmıyorum. Selin o gün yine bir ilki gerçekleştirdi ve doğum günü şerefine ilk defa lolipop yedi. Sadece fotoğraflara bakıp aklımda kalanları netleştirirken Mira ve Banu’yu ne kadar özlediğimi buraya yazmadan edemedim.

Umurcuğumun lezzetli kurabiye, börek ve kek tariflerini yemek blogumdan okuyabilirsiniz. Doğum gününün diğer ikramları da burada.
Bu sene artık kreşe giden bir çocuk olduğundan bir de orada doğum günü kutlaması yapıldı Selin’e. Selin’in en sevdiği renk diye mavi elbiseli bir bebek hediye etmişler. Bu bebekle de topu topu 3 gün oynadı ve onu da diğer bebeklerinin yanına koydu. Anlattığına göre parti çok eğlenceli, pastası da çok lezzetliymiş:) Kreşin kuralları gereği ben sadece pasta tedarikçisi rolünü oynadım ve partiye katılmadım. Hem kreşte o yaş grubunda az sayıda çocuk olduğundan hem de sağlıklı olmasını istediğimden pastayı kendim yaptım. Tarifi için bkz.

27 Ocak 2011 Perşembe

Pino'yla Tanıştık!

Selin’le Ada’nın doğum günü kutlamasından önce, geçen haftalarda tanıştığım ve çizdiği karakterler gibi sıcacık, içten ve olumlu halleriyle hemen ısınıverdiğim, sokakta görsem katiyen 2 çocuk annesi diyemeyeceğim:), hepimizin çizimlerine bayıldığı kişiyle yani sevgili Pino’yla tanışmamızı anlatmak istiyorum.
Tanışma sebebimiz Pino’nun facebook’ta da sayfası olan "Çocuklarımıza Destek Hep Destek" kampanyasına katılanlar arasında yaptığı çekilişle bir kitabını hediye edecek olmasıydı. Kitaplardan biri Selin’e çıktı, çok sevindirik olduk Meleğimle. Pino'yla yazışınca yakın oturduğumuzu anladık ve bir akşam üzeri buluşmaya karar verdik. Hani şöyle 1-1,5 saat görüşüp çay içip pasta yiyip ayrılacaktık. Buluşmanın sonunda pastalarımızı yemiş çaylarımızı içmiş mutlu mutlu sarılıp öpüşüp ayrıldık tabii ama... yaklaşık 3 saat sonra:)
Bir insan bu kadar mı içten olur? Çizimlerinin ne kadar sevimli olduğunu hepimiz biliyoruz ama ben artık sebebini de biliyorum, bizatihi kendisi. Hem çizimlerine hem de gözlerine bakınca içindeki o küçük tatlı kızı görüyor insan.
Bu harika tanışmayı yakın zamanda bir de öğle yemeği takip edecek gibi görünüyor. Pino’nun imzalayarak Selin’e hediye ettiği kitabın tanıtımı da yarına:)

16 Aralık 2010 Perşembe

Kukla Tiyatrosu ve Monami

Aralık ayının ilk günü kızlarımızı alıp 15. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’nin az sayıdaki çocuk oyunlarından birine, istanbul’dan gelen Çizgi Tiyatro’nun Çizmeli Kedi kukla oyununa gittik. Çocuklar çok eğlendi ve beğendi. Ben her ne kadar Çizmeli Kedi’de aklın değil açıkgözlülüğün ve bir parçada aldatmacanın övüldüğünü düşünüyorsam da, kukla tiyatrosudur değişik gelir diye götürdüm Meleğimi. Oyun sonrası sahneye çıkıp kuklalarla ve oynatan abilerle tanıştılar. Selin Çizmeli Kedi kuklasını hafiften okşadı bile. Onun için nasıl büyük bir cesaret örneği tahmin edemezsiniz. Sahnede biraz oyalandılar ve sonra elele tutuşup poz verdiler. Salondan en son ayrılan bizdik.
Oyun sonrası yemek vakti diye bir kafeye oturduk. Yemekler gelene kadar oyalanmaları için Umur, Ada’nın boya kalemlerini ortaya çıkardı. Çocukların kalemleri rahatça kullandığını görünce aklıma en son İstanbul’a giderken yaşadığımız hayal kırıklığı geldi. Bayramdan önce otobüste filan resim yapmak isterse diye bilinen bir markanın (JF) kısa boylu kuru kalemlerinden almıştım. Ne büyük hataymış! Benim bile bir şeyler çizebilmem için tüm gücümle bastırmam gerekti. Elbette Selin bir daha kalemleri eline almak istemedi. 1 yaş civarlarında malum tek bir markanın pastel boyalarını alıyorduk, en iyisi en zararsızı diye. 2 yaş civarındaysa neredeyse piyasadakilerin hepsini denedik. O gün kırtasiyecide daha önce kullanıp memnun kaldığımız Monami’nin pastel boyalarını görünce “keşke kuru boyaları da olsaydı” diye düşünmüştüm. Kuru boyanın kullanımı pastele göre daha zor. Bu yüzden alırken kağıdın üstünde kolayca kaymasına, renklerin canlılığına filan dikkat etmek lazım. Eve döndüm, e-posta kutumda Monami’den gelen tanıtım mesajını buldum. Kuru boya da çıkarmışlar. Kullandığımız markalardan biri olduğu için gelen mesajı aşağıya kopyaladım. Biz memnun kaldık, denemeye değer bir marka.
“Yeni Yılda Çocuğunuza En Güzel Hediye Monami'den...
Yeni yıl geliyor ve büyükler kadar çocukların da hediye alma heyecanı başlıyor. Özellikle çocuklara alınacak hediyenin özenle seçilmesi gerekiyor. Türkiye distribütörlüğünü Şark Gülü Kırtasiye'nin yaptığı ve yıllardır dünya çocuklarının en sevdiği markalardan biri olan Monami pastel boyalar ve seriye yeni katılan kuru boyalarla yeni yılda çocukları sevindirin...
Monami serilerine yeni katılan kuru boyalar, çocukların resim yaparak hayal dünyalarının genişlemesine ve el becerilerinin artmasına yardımcı oluyor. Kısa ve uzun tüp olmak üzere farklı ambalajlarda, 12 ve 24'lü renk seçenekleri ile satışa sunulan kuru boyalar, kağıdı yıpratmadan kolayca kullanılıyor. Monami kuru boyalar'ın uç kırılmasına karşı dirençli özel yapıştırma sistemi sayesinde, çocuğunuz uzun süre resim yapmanın keyfini çıkartacak. Kağıt üzerinde daha baskın görünen yüksek kalitede parlak ve canlı renklere sahip kuru boyalar, okul öncesi ve sonrası çocuklarınız için önemli bir gelişim araçlarından biri olma özelliği taşıyor.
Monami'nin pastel boyaları ile renkli hayaller...
Pratik kullanımı ve canlı renkleri ile çocukların ilk tercihi olan Monami pastel boyaların ucu açılıyor ve son derece sağlam. Düşürüldüğünde çatlamıyor ya da kırılmıyor. İz ve leke bırakmama özelliği ile de temizlenmesinde zorluk yaşanmıyor. Kağıt üzerinde rahatça kayan Monami pastel boyalar ile çocuklar resim yapmaktan zevk alıyor...
Monami boyalar zararlı kimyasallar içermiyor...
Hiçbir zararlı madde içermeyen Monami marka pastel ve kuru boyalar, boya yaparken ellerini ağızlarına götüren küçük çocuklar için herhangi bir tehdit oluşturmuyor. Çocukların güvenle oynayabilmeleri için zararlı olmayan maddelerden üretilen pastel ve kuru boyalar ile çocuklarınız, yeni yılda yeni resimlere imza atacak... www.sarkgulu.com

14 Aralık 2010 Salı

Karla Barışma

Bu sene Ocak ayında kar yağdığında kar topu oynarız, kardan adam yaparız diye büyük bir hevesle dışarıya çıkartmıştım Meleğimi ve hevesim kursağımda kalmıştı. Munisem ayakları kara battıkça acayip rahatsız olup önce sızlanmış sonra da ağlamıştı. Eline kar topu yapıp verdiğimde, 2 saniye elinde tutmamıştı bile. Bir de üstelik eldivenlerim niye ıslandı der gibi hafif kızgın bakmıştı. Kara değen eldivenlerinin ıslanmasından ve aşırı beyazın gözlerini kamaştırmasından o kadar tedirgin olmuştu ki hemen eve dönmek zorunda kalmıştık.((
Hafta sonu kar yağdığında babamız da bizimle birlikte bahçeye çıktı. Dışarıya çıkar çıkmaz yine kara basmaya korktu ve babası onu biraz kucağında taşıdı. Selin’i karsız bir yere indirdikten sonra biz hızımızı alamayıp sıkı bir kar topu savaşına girdik. Kahkahalarımıza sevinç çığlıklarını katarak ve duruma fena halde şaşırarak bizi izledi bir süre.
Sonra bir baktım kara el izini bırakıyor. Heyecanla “anne bak! eyimin izi çıktı” diye bağırdı. Bir cesaret bir parça kar aldı eline ve “ayın bakayım daygıçyay!” (burada Nemo filminde Nemo’yu kaçıran dalgıçlara sesleniyor)diyerek fırlatmaya çalıştı ve nihayet Meleğim karla barıştı. Eve dönmekte çok zorluk çektik.
Ertesi gün sabah uyanır uyanmaz “kayay eyicek çabuk çabuk dışayı gideyim, oynayayım” demeye başladı. Bu sefer “biyaz yüyüyüş yapayım anne” dedi. Bir gece önce günün anlam ve önemine binaen okuduğumuz ve bu Cuma tanıtacağım kitaplardan biri olan “Karlı Bir Gün” kitabında gördüğü üzere, baktım bilhassa karlara, arada da elimi sıkıca tutarak buzlara basmaya çalışıyor. Ben hızımı alamayıp ona kitaptan bir şeyler anlatmaya çalışıyorken “bi dakka anne, susabiyiy misin yüfen” diyerek beni susturunca çıkan sesleri dinlemeye çalıştığını fark ettim. Bir kaç adım attıktan sonra kafasını kaldırıp bana baktı ve “anne, isteysek böye müzik yapabiyiyiz” dedi. Şaşkınlıktan hiç cevap veremedim. 30 saniye sonra filan “evet, tabii canım” gibi bir şeyler geveledim.
Sitenin çevresini ve içini “böye müzik yapayak” dolaştık. Bu arada sitemizin ağaçlarının karlar altında da çok güzel göründüğü farkedip hemen bir kaç fotoğraf çektim. Sıra oyun parkının yanındaki bol karlı alana geldiğinde “aytık kay topu oynayabiyiyiz” dedi ve en ufacık bir çekinme, tereddüt filan olmadan ellerini kara daldırıp top yapmaya çalıştı.
Yaklaşık 1,5 saat dışarıda kaldık. Bu sefer çok yorulmuş olacak ki eve dönelim teklifime hiç itiraz etmedi. Eve girip üzerini çıkardı ve al al olmuş yanaklarıyla “biyaz yatayım anne” dedi. Son ayların en uzun öğle uykusunu uyuduğunu söylememe gerek yok herhalde:) 

15 Ağustos 2010 Pazar

Ve Tarih Tekerrür Etti...

Önceleri kumda oynayıp sadece duşa giriyordu (aynen geçen sene yaptığı gibi). Nihayet buraya geldikten 10 gün kadar sonra nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde denize girmeye ikna oldu (aynen geçen sene olduğu gibi). Şimdi de çıkaramıyoruz. Denizden ancak duşun altında durucaz diyerek çıkartabiliyoruz. Duşta kucağıma gelip yüzüme de su tutayım diyerek suyun altında dakikalarca duruyor. Duştan çıkartmamız ise her defasında olay oluyor (aynen geçen sene yaşadığımız gibi). Ağlamalar, zırlamalar, terliklerini fırlatıp atmalar... Sahildekiler ilk günlerde duştan her çıkışımızda niye ağlatıyorlar çocuğu der gibi bakarken, şimdilerde gülümseyerek seyredip üzerine bir de tebrik ediyorlar.
Havanın durumu malum, saat 17.00’den önce sahile inmemiz imkansız. Denizin en güzel saatleri de 19.00 gibi başlıyor. Önceleri doğal olarak sırayla denize giriyorduk, Selin’i kumda yalnız bırakmamak için. Selin de denize girmeye başlayınca denize birlikte girer olduk. Dün akşam da aile rekorumuzu kırdık. Saat 19.50 civarı hadi artık bugünlük bu kadar, eve gidelim diye toplanırken Selin geldi ve “denize giyeyim” dedi. Teklif gelince redder miyiz? Tabii ki hayır. Hemen kızım dedik hevesle. Biz dünden razıyız zaten. Selin suya girince birimizden duymuş olacak, “deniz yokum (lokum) gibi” deyiverdi. Tabii denizdekilerden bir kahkaha koptu:)
Velhasılı denize girdik, çıkamadık. Güneşi denizde batırdık. “Hoşçakay güneş, yayın göyüşüyüz” dedik. Duştan çıkmak, toparlanmak derken eve vardığımızda hava neredeyse kararmak üzereydi. Selin eve girerken “Baba bak yine kayanyık oodu, aydede geedi” dedi.
Selin denize girmeye başladığından beri günler daha eğlenceli ve çabuk geçiyor. Bir de şu isilik derdiyle uğraşmasaydık daha iyi olacaktı. Gerçi yavaş yavaş sönmeye ve azalmaya başladılar sanki. Bir haftadan sonra sırtındakiler geçti. Yüzündeki, gerdanındaki ve karnındakilerse gece uyurken kaşındığı için biraz daha geç iyileşecek gibi görünüyor. Bu durum peynir beyazı olmanın bedellerinden biridir ve maalesef benim şahsi tecrübelerimle sabittir:)

2 Ağustos 2010 Pazartesi

İlk Ayrılık!

İki gece önce bir ilki daha yaşadık. Ankara’da çekirdek aile olarak yaşadığımızdan Selin’i herhangi bir akşam mesela bir akrabamıza bırakıp sinemaya gitmemiz mümkün olamıyor. Ayvalık’a vardığımızda her yerde Sertab Erener konserinin afişlerini görünce gidelim dedik ama bilet almakta çok geciktik. Hatta Teo’nun kuzeninin oğlu Osman olmasaydı gidemeyebilirdik. Neyse biletler alındı, ayarlamalar yapıldı ve Selin’i babaannesiyle dedesi gelip aldılar, Sarımsaklı’ya götürdüler. Ben akşam uyumamazlık etmesin diye gündüz uykusuna yatırmadığımdan taksiye bindiğimizde gözlerini açık tutmak için olağanüstü gayret sarf etti meleğim. Bu arada takside yola babaanne ve dedeyle devam edeceğini, bizim taksiden inip ona bir şeyler alacağımızı ve uyumadan önce gelmeye çalışacağımızı anlattım. Pek ilgilenmedi. Uykusuzluktan anlamadı galiba, tam inerken arıza çıkaracak diye beklerken bize el salladı. Biz Açıkhava tiyatrosunun önüne gelip indik, onlar devam ettiler. İlk kez bizden ayrı bir gece geçireceği için Teo da ben de heyecan içindeyiz ve 3,5 atıyoruz. Konser ilan edilen saatten biraz daha geç başladı, Sertab Erener her zamanki gibi şahaneydi, yeni albümünü çok beğendik ve almaya karar verdik filan filan... Konser başlamadan kızımızı bir arayalım dedik. Sevinç çığlıklarını duyduk, rahatladık. Konser bitince aradığımızda ise çoktan uyumuşlardı, yine rahatladık. Buraya kadar hiç bir şey yok tabii.
Sabah olup telefona sarılınca kızımızın ‘bir kere bile’ tekrar ediyorum ‘bir kere bile’ bizi sormadığını şaşırarak öğrendik. Valla ben şahsen şaşırmaktan ziyade fena halde bozuldum. Yani daha önce bir sebepten Selin’i tam 6 saat süreyle Binbir Çiçek’te bırakmıştım ve o zaman da sormamıştı ama bu sefer gece de birlikte değildik. Elbette ağlamasını filan istemem, beklemem de ama hani yani bir kerecik olsun da annem babam nerde demez mi bir çocuk? Hayır! Bizimki dememiş. Peki, madem sormamış, bizde kendimizi pazara vuralım bari deyip haftalık alışverişimizi yapmaya gittik. Döndüğümüzde bahçede oturup bizi beklerken bulduk. Beni görür görmez kollarını açarak koşmaya başladı meleğim. Kucağıma alıp sarıldığımda sıkı sıkı boynuma sarıldı ve uzun süre öyle kaldı. Sonra babasının kucağından inmedi uzun bir süre.
Babaannesi uyumadığını söylediğinde babası yukarı çıkarıp uyutmayı denedi. Ben bir taraftan mutfakta aldıklarımızı dolaba yerleştirmeye çalışıyorum, bir taraftan da uyudu mu diye seslerini dinliyorum. Kısa bir süre sessizlik oldu. Ben tam “hah, tamam uyudu nihayet!” derken “Ey ahali!” tadında bir seslenişle “ben kaktım, ben kaktım” diyen sesini duydum meleğimin. Merdivenin başında durmuş bekliyor. Ben de yanına çıktım ve “baban nerde?” diye sordum. “Baba uyuyoy, ben kaktım” dedi gülerek. Sonrası...babayı uyandırdık, mayoları giyip denize gittik. Valla biz taksiden inerken ağlamamıştı ama babaannesiyle Sina dedesi giderken epey ağladı. Hepi topu 2-3 dakika sürdü ama ‘beni kederimle yalnız bırakın’ edasıyla hem ağlayıp hem de hızlı hızlı yürüyerek yanımızdan uzaklaşmaya çalışması görülmeye değerdi:)

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Belek Tatili

Geçen hafta cumartesiden perşembeye tadı damağımızda kalan kısa bir Belek tatili yaptık ve Club Ali Bey’e gittik. Tesis hakkında ayrı bir yazı yazmayı düşünüyorum. Çünkü çocukla gidilip memnun kalınabilecek maalesef çok az yer var. Tesis gerek çocuk dostu yaklaşımı ve engellilere hitap eden tasarımıyla gerek mutfağıyla ayrı bir yazıyı hak ediyor. Buradan sevgili arkadaşım Banu’ya ve Asterya Turizm’e teşekkür ederim(z).
Gelelim tatile...Tesise varır varmaz ilk önce bilgilendirildik. Odaların yerlerini değiştirtip denize ve restorana yakın bungalowlara yerleştik. Yatak meselelerini de halledip yorgunluktan perişan halde kendimizi uykuya teslim ettik. Akşam üzeri uyanıp bir de denizle tanışalım dedik ama deniz öğleden sonraları çok dalgalı olduğundan Selin korkabilir diye havuzda karar kıldık. Önce ben girdim ve simidini beklemeden kucağıma atlayıverdi meleğim. Pek ümit verici bir açılış oldu diye düşündük. Akşam yemeğinden önce Selin sanki evinin bahçesinde dolaşıyormuşcasına rahat, aldı başını gitti. Nerdesin kızım dediğimizde “etyafı tanıyoyum anne” dedi:)
Ertesi gün Teo ve ben arkadaşlarımız sayesinde birlikte denize girebilirken (bu esnada onlar da Selin’e göz kulak oldular) Selin hanım narin poposu rahatsız olmasın diye kuma oturmak istemedi. Sorunu yere havlu sererek çözdük ama gölgede bir yere. Kumlar sıcak geldiği için oynayamıyormuş! (Kum çok sıcak anne, oynammıyoyum.) Ne zaman denize girelim mi diye sorsam "daa sona anne"cevabını aldım ve maalesef sonraki bütün günler bu cevapla geçti. Selin sadece tesisten ayrılmadan iki gün önce tam öğlen güneşinde, poposu suya kuma değmesin diye bacağıma oturup, bana felç oldum galiba derdirterek denizle tanıştı. Biraz biraz dalgalara alıştı ama denizin temiz olmasına rağmen bulanıklığına “bu su pis anne” ve ılıklığına “bu deniz sıcak anne” diyerek tepki verdi ve katiyen girmedi. Dalgalar kıyıya vurdukça ortaya çıkan köpüklerden de hiç haz etmedi. Bu deneme maalesef güneş alerjim yüzünden her tarafımın kabarmasına mal oldu. Hala kaşınmamak için irade gösterileri yapıyorum.
Hakikaten Ayvalık’ın çivi gibi suyundan sonra hepimize ılık geldi deniz. Selin’in Ayvalık’ta denize bir girdi mi dakikalarca çıkmak istemeyişinin sebebini de çözdüm. Benim kızım soğuk suya düşkün ve bu durumu denizi ve havuzu ılık bulup soğuk duşun altından çıkmayarak teyid etti.
Tesiste her gece bir animasyon gösterisi vardı. İlk gece Aslan Kral’ı izledik. Kostümler, dekorlar, danslar bir tatil köyü için çok üst düzeydeydi. Bir ara seyirciler arasından geçerek sahneye ilerleyen fili (kostümdü elbette) görünce meleğim hafiften korkup babasının kucağında etrafı dolaştı ama o esnada bile sürekli sahneye bakıyordu. En sonunda fil sahneye ulaştı, iki dönüp dans etti ve sahneden ayrıldı. Selin de masaya geri geldi. Tatil bitene kadar her gece gösteri öncesi filin gelmeyeceğini garantilemek için “fiy neede anne?” diye sordu. Benden “Ooo, fil gideli çok oldu, başka çocuklarla oynuyor şimdi” lafını duyunca gülerek rahatladı. Ertesi gün Madonna şarkılarıyla yapılan bir dans gösterisi seyrettik. Üçüncü gün Güzel ve Çirkin’i oynadılar. Sonraki gün farklı müzikler ve farklı dans gösterileri vardı. Selin tüm gösterileri neredeyse gözlerini kırpmadan seyretti. Biz sahneden en uzak yerlere kaçmaya çalışırken Selin sürekli sahneyi iyi görebileceği yerlere gitmeye çalıştı.
Selin’in bilhassa yemek zamanı restoranda şiddetle nükseden bu alıp başını gitmelerine servis elemanları bizden önce alıştı. Öyle ki Selin restoran dışına çıkıp tam karşıdaki bahçeye konmuş şirinler, yedi cüceler ve bilumum hayvan heykelleriyle oynamaya gittiğinde gözleriyle takip eder olmuşlardı. Ben de Selin gezmeyi seviyor diye “git gez ama arada bir yanıma gel ve burdayım anne de bana” tembihinde bulundum, O da beni hayretler içinde bırakarak sözümü dinledi. Ama bir akşam Selin uzun süre yanıma gelmeyince kalkıp bakayım dedim. Restoran ve bahçede bulamayınca Teo’yla aramaya başladık. Tesis çoook büyük değil ama olabileceği yerlere bakıp bulamayınca telaşlanmaya başladım. Saniyeler içinde insanın aklına ya havuzun kenarında ayağı kayar da düşerse ya oyun parkında yeni merak saldığı aletten düşer de boynunu incitirse ve en fenası ya birileri alıp bir yerlere götürürse gibi korkular üşüşüyor. Yaklaşık 4-5 dakika kadar bulamadık zıp zıp kızımızı. Meğerse bahçenin yanındaki markete girmiş. İki kere ben iki kere de Teo önünden geçtik ama içeriye bakmadık. Halbuki sabah denize giderken uğramıştık ama aklıma gelmedi işte. Çok şükür ki hemen bulduk meleğimi ama o 4-5 dakika içinde ömrümden ömür gitti. Restorana döndüğümde onu masada oturmuş bana muzip muzip gülerken bulunca, hafiften kendimi kaybeder gibi oldum ve bir daha hiç yapmayacağım bir şeyi yapıp sol elinin üzerini azıcık çimdikledim. Korkup ağlamaya başladı ama korkma sebebi çimdiğim değil sanırım yüz ifademdi. Arkadaşlarımızın dediğine göre bembeyaz olmuşum. Gece olunca gündüz uyumadığından pusette uyuya kaldı. Ben de seneler sonra okey oynadım arkadaşlarla. Kendimde miydim? Elbette, hayır!
Sonraki günler fırsat buldukça Teo’yla dönüşümlü olarak denize/havuza girmekle, Selin’in peşinden koşmakla ve meleğimin oynarken kumla dolan havlusunu sık sık temizlemekle geçti. Ben boşuna “saray gelini” demiyorum kızıma:) Buna bir de özgür ruhunu, bazen arşa vuran asiliğini ve de zıpırlığını eklersek, gelecekte halim ne olur hiç bilemiyorum ve henüz tahayyül dahi etmek istemiyorum:)

31 Mayıs 2010 Pazartesi

İstanbul Günleri 4 (Bitti! Nihayet!)

Nihayet Dolphinarium’a sıra gelebildi. Yazacak fazla bir şey yok aslında. İlk sırada izlediğimiz beyaz balina hem şarkı söyleyip hem de resim yapan süper bir yetenek:) Ardından çıkan mors ise gerçek bir komedyen, üstelik biraz da utangaç. Son olarak sahne alan yunuslar ise hızları ve sevimlilikleriyle baş döndürüyorlar.
Selin beyaz balina şarkı söylerken, resim yaparken çok ama çok şaşırdı. Bir de o koca gövdesinden beklenmeyen bir kıvraklıkla sıçrayıp havada asılı duran topu alınca resmen ağzı açık kaldı.
Bakıcısıyla tango yapan morstan acayip derecede korktu çünkü en ön sırada oturuyorken tam önümüzde foşşş diye sular sıçratarak havuzdan çıktı ve baştan aşağıya ikimizi de tabiri caizse donumuza kadar ıslattı. Bir de uzaktan bile iriliğinden ürktüğü hayvanı gerçek cüssesiyle ve bütün haşmetiyle karşısında görünce bastı yaygarayı tabii. Neyse ki utangaç mors ne kadar utandığını göstermek üzere gözlerini kapatıp şirinlik yapınca sakinleşti. Üzerine bir de karşılıklı el sallaşıp birbirlerine bay bay yapınca Selin gülmeye başladı.
Biz Selin’in üstünü değiştirirken yunuslar gösterilerine başladılar. Kaçırıyorum diye midir nedir bilemedim mızıldamaya başladı. Yunusları takip edememekten çok rahatsız oldu. Bir de atlayıp sıçrıyorlar filan. Yine korktu, sonra yunusların hızlarına alıştı ve seyretmesi çok eğlenceli geldi. Gösteri bitti, bu sefer de bitti diye mızıldadı.
Yunus terapilerinin otizm, down sendromu, beyin travması, nevrotik bozukluklar, gecikmiş konuşma bozuklukları, depresyonlar, kronik yorgunluk gibi birçok rahatsızlığa iyi geldiğine dair haberler okumuştum. Gösteriye gittiğimizde seyircilerin neredeyse %80’inin engelli çocuklar ve aileleri olduğunu görünce de şaşırmadım. Gösteriye en çok tedavi merkezleri ve okullar ilgi gösteriyormuş. Dolphinarium’un da özel fiyat tarifeleri ve tedavi programları var. Diğer yandan bu tarz terapi çalışmalarına çevreci örgütler çok ciddi tepkiler veriyor ve yunuslar üzerinden bu yolla para kazanılmasına karşı çıkıyorlar. Yunusların özgürlüklerine kavuşturulması için ciddi kampanyalar yürütenler de var. Keşke yunusların bu konuda ne düşündüklerini öğrenebilme şansımız olsaydı...
Gelelim bu gösteriden sonra hayatımızın nasıl değiştiğine...Bir defa tanıdık tanımadık herkese Selin tarafından sırayla beyaz balinanın şarkısı söylendi, morsun bizi nasıl foşş diye ıslattığı ve bundan utanması taklit edildi ve yunuslar “bi buudan bi buudan hoop hoop uçtu” diye uzuuun uzun anlatıldı. Selin o günden beri her gün anlatmaya devam ediyor. Kısacası Selin başta yunuslara deli divane olmak üzere beyaz balina ve morsa aşık oldu. Artık her masalda bu hayvanlar olmak zorunda:) Yunuslu bir şey gördüğü anda transa geçerek kendince gösteriyi anlatmaya başlıyor. Bu bir kitapsa bana ezberletene kadar okutuyor.
Yukarıdaki fotoğraf, şoför koltuğundan kalkmadan, kollarımı pencereden uzatıp ne çektiğimi görmeden körlemesine çektiğim bir fotoğraf. Dolphinarium’dan önce uğrayıp işyerinden aldığımız Gülannelerinin caddenin karşısında ofisinden çıkışını gördüklerindeki sevinç ve şaşkınlıkları şahaneydi:)

Ve... Nihayet İstanbul Günleri bitti!

Not: Ya bir de yazacak çok şey olsaydı...:)

23 Mayıs 2010 Pazar

Turunç-İzmir Seferinden Yeni Döndük!

Nihayet döndük. Nerdeydiniz ki diyeceksiniz, haklısınız. On dakikacık vakit bulup yazamadım, gidiyoruz diye. Hesapta hem (Marmaris)Turunç’tan hem de İzmir’den yazacaktım ama olmadı. Son gün ben de Teoman da dizüstü bilgisayarlarımızı götürmemeye karar verince bütün planlarım suya düştü.
Neyse hemen bir özet geçeyim. Geçen Pazar Teo’nun sunum yapacağı uluslararası yaz okuluna katılmak üzere 3-4 gün kalacağımız Loryma Otel’eTurunç’a gittik. Geç vakit vardığımızdan akşam soğuğudur dedim ama sabah havanın rengini görünce benim de rengim attı. Fena halde rüzgarlı ve yağmurlu iki gün geçirdik. Ben sanki yaz ortasında Antalya’ya gidiyormuşuz gibi Selin için incecik askılı elbiseler, kısacık etekler, şortlar almışım yanıma. Ayağımda kapri pantalonum, terliklerim pek rahatım. Lakin üzerime bir ince hırka dahi almamışım, donmaktayım ve fena halde şaşkınım. İkinci gün hemen Turunç’a inip Meleğime bir kot pantalon, bir mont(umsu şey), kendime de kalın bir hırka aldım. Biri bana 'gün gelir yazlık terliklerinin içine çorap giyersin sonra da kendine kahkahayla gülersin' deseydi 'yok artık!', derdim. Valla çorabı giydim, yok artık da dedim ama maalesef üşümekten ve kendi kendime savıp sövmekten gülemedim.
Son gün öğleden sonra hava açtı, güneş çıktı ve planlanan tekne turu çok güzel geçti hatta denize bile girildi. Biz hariç herkes çok eğlendi. Selin’in ilk tekne gezisi olmasına ve pek eğlenmesine rağmen biz pek eğlenemedik. Bir gün önce babamın kalp spazmı geçirip hastaneye kaldırıldığı haberiyle allak bullak olmuşuz zaten. Ablamlar ‘gelmene gerek yok babam gayet iyi’ diyor, babamın sesi de telefonda çok iyi geliyor ama aklım sürekli orada, hala.
Ertesi gün Turunç’tan Teo’nun katılması gereken uluslararası bir konferans dolayısıyla İzmir’e geçtik. Balçova Termal Otel’de kaldık. Hava İzmir’de daha da soğuktu. Neyse ki yeğenim Yalçın İzmir’de yaşıyor da gelip Selin’le beni aldılar, böylelikle rahatça gezebildik. Yeğenimin evinde Selin, “yat uyu yapayım (yapalım) anne” dedi ama katiyen uyumadı.
Yalçın ve Ece’nin Haziran sonu gibi bir kızları olacak. Biz bebek çeyizine bakarken Selin de Ece’nin çocukluk bebeklerine uyku tulumu giydirmeye çalıştı, sonra da üzerlerini battaniyeyle örtüp gülerek “bak anne bebek uyudu” dedi. (Bugünlerde ne yapsa sanki dünyada ilk kez yapılıyormuş gibi davranıp bak anneyle, dinle anneyle başlayan cümleler kuruyor.) Dönerken gök delinmiş gibi yağan yağmuru görünce acilen bir lastik ayakkabı alıp durumumu biraz daha sağlamlaştırdım. Selin de üzerine döktüğü meyme suyayı (meyve suları) ve yemek lekelerine rağmen sırtında çıkar(a)madığım Turunç montuyla gayet sağlam görünüyordu ama görüntüymüş meğerse. Dün sabah ateşi 38.9’a vurunca derhal ılık su harekatı yaptık. Önceleri ağlar gibi yaparken bir baktık soğuk sayılabilecek suyla oynuyor. Baklayı ağzından çıkardı tabii. "Sen yûnusun sıytına bin, gez. Su soyuk”. Tercümesi, “Selin yunusun sırtına binecek, gezecek. Su soğuk.” Belli ki bir gece önce okuduğumuz kitaptan etkilenmiş. Bu da nereden çıktı diyenlerin cuma günkü kitap tanıtımını beklemelerini rica edeceğim:)
Bu sabah Meleğimin ateşi tamamen düştü. Ankara’ya evimize döndük ve havaalanına iner inmez koyu, ağır bulutların bizden ayrılmak istemediğine kesinkes karar verdik:)
Kaldığımız otellerle ilgili çocukla gidilir mi, gidilirse ne yapılır, ne yedirilir, ne içirilir gibi bilgileri içeren bir yazı yazacağım ama önce İstanbul’a gitmeyi ve babamın iyi olduğunu kendi gözlerimle görmeyi planlıyorum. Söz verdiğim videolu Dolphinarium yazısı da hazır, sırasını bekliyor.

Not: İlk fotoğraf Turunç’ta birlikte çok iyi vakit geçirdiğimiz Zerrin-Sinan Tandoğan çiftine ait.

11 Mayıs 2010 Salı

İstanbul Günleri 3

Valla bu İstanbul Günleri gazetelerdeki yazı dizilerine döndü. Bu sefer de Turkuazoo – Akvaryum ziyaretimizi anlatacağım ve üzgünüm, dördüncüsü de var. Ama sizi temin ederim final yazısında çok eğleneceğiniz videolar olacak.
“Hafta sonu kalabalık olur, en iyisi biz hafta içi bir gün gidelim” dedik ve perşembe gününde karar kıldık. Fakat heyhat! Kör talih diye bir şey var. O gün tam da o gün, tam 4.000 (yazı ile dört bin) ilköğretim öğrencisinin okulları da Akvaryum’u ziyaret etmeye karar verince ve benim bundan içeriye girdikten 1,5 dakika sonra haberim olunca inanılmaz gürültülü ve mücadeleli bir öğleden sonra geçirdik. Gürültü elbette çocukların hep bir ağızdan konuşmalarındandı. Gerçi, on çocuk birlikte hayret etse gürültü olmasına yetiyor zaten:) Bir de pusetle dolaşmaya çalışınca epey zor oldu.
Ama haklarını teslim etmem gerek, çocukların büyük çoğunluğu Selin’e ve diğer küçük çocuklara karşı gayet dikkatli ve kibardı. Maalesef aynı şeyi özellikle bir kadın öğretmen için söyleyemeyeceğim. Pusetle akvaryumların önünde durmamam gerektiğini bir polis edasıyla söylediği gibi, utanmadan beni haşlamaya, neden o gün orada olduğumu kendince sorgulamaya filan kalkıştı. Nasıl bir öğretmendir bilemiyorum, belki işinde çok iyidir. Ama bana hayatımda ilk defa birine “...ama iyi bir insan değilsiniz” dedirtti. Ben böyle bir lafı üstelik kızımın yanında ettim diye fena sarsıldım, uzun uzun düşündüm filan ama kadının zerrece umurunda olmadı. Halbuki hiç bir hakaret veya küfür birisine iyi bir insan olmadığını söylemekten ağır değildir, bence. Öyle hanım evladı filan  değilimdir. Turizm sektöründe 18 yıl geçirmiş, her tür küfrü duymuş ve bazılarını da dolu dolu kullanmış biriyim üstelik. Ama buraya da yazdığıma göre –baksanıza kaç satır sürdü- bayağı etkilenmişim ben ettiğim laftan.
Neyse ki kalabalık, gürültü vs. gibi etkenleri göz ardı ederek acayip güzel vakit geçirdik. Bir ara Selin uzun zaman pusette oturamayıp yürümek isteyince akvaryuma mı geldik, hamama mı girdik bilemedim:) Bakmayın siz kucağımdayken yanağıma yapışmış haline. Benim Munise kızım tarihinin en zıpır hallerini takınarak beni peşinden koşturup perişan etti.  İtiraf ediyorum, kalabalıkta bayağı tedirgin oldum.
(Sol üstteki balık vatoz, sağdakilerin de kum balığı olduğu söylendi.) 
Akvaryuma gelince; içerisi bir hayli loş hele bazı bölümler bayağı karanlık. Herhalde balıkların türleriyle ilgili bir zorunluluktur diye düşündüm. Hem yürüyerek hem de yürüyen bantla geçilebilen bir tünel yapmışlar. Köpek balığını görmek ve resmini çekebilmek için iki kere bu tünele girdik.
(Yine sol üstteki balıklar piranhalar)
İlkinde Selin neye, nereye bakacağını şaşırmış haldeydi, ayaktaydı ve bir saniye bile yerinde durmadı. Elbette Selin’i zaptetmeye çalışmaktan köpek balığı filan göremedim.
İkincisinde Selin’i pusetine oturttum ve bu sayede kocaman vatozları, köpek balığını ve yavrusunu görme, Selin’e gösterme ve fotoğraflama şansım oldu. Selin’in köpek balığını görünce ilk tepkisi hafiften korkmuş bir suratla “Oooooo!” idi.
(Yine sol üsttekiler Nemo ve akrabaları)
Akvaryumun bana göre eksik taraflarından biri balıkları tanıtan bir broşürün olmamasıydı. Gerçi her akvaryumun yanında açıklamalar vardı ama kalabalıkta, karanlıkta ne not almak ne de fotoğraflamak mümkündü. Dolayısıyla fotoğraflarını gördüğünüz balıkların isimlerini maalesef yazamadım. Bu arada adını bildiğim balıkları nedense sol üst köşeye yerleştirmişim hep:)
Sonuç olarak, Selin'in her akvaryumun önüne geldiğimizde "A-aa! Anne bak! Başşa bayık, bu büyük, bu küçük, bu kocamaan". "Bayıkya bi buydan bi oydan geyiyo (Balıklar bir buradan bir oradan geliyor)" demesi, durup durup kikirdeyerek küçük kahkahalar atması tüm yorgunluğuma değdi.  Sanırım meleğimi her yıl en az bir kere Akvaryum'a götüreceğim. Her yaşın gözüyle başka bir şeyin dikkatini çekeceğini ve her defasında yeni şeyler öğrenebileceğini düşünüyorum.

Not: İlk fotoğraf, girişte siyah bir panonun önünde, üst köşeye konmuş oyuncak köpek balığına bakmanız sağlanarak işletme tarafından çekilip foto montajla bu hale getiriliyor. Size de 15-20 TL bayılıp satın almak kalıyor.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails