Kayıp Hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kayıp Hikayeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ağustos 2010 Perşembe

Orijin

Türk futbolunda, futbolun işleyişine dair tez üretmek, Türk futbolu'na ait antitezleri ortaya çıkarmaktan daha kolay ve daha ulaşılabilir bir popüler eksendedir. Bugün Turgay Şeren Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi kalecisidir desek kimse kelam etmeyebilir, etmez de. Ancak Can Bartu daha fiyakalı, Sabri Dino daha efendi bir kaleci idi dense kimse oturup kitapların tozunu almaz.

Kafamızda popüler futbol oyuncu karakteri ve tahvili işlem gördüğü zaman, henüz bugün tartışılan "
Aykut Fenerbahçe'nin hocası olamaz" serzenişleri üzerine "eski oyuncudan teknik direktör olmaz" teorisi üretenler için aklıma Turgay Şeren - Fatih Terim hikayesi geldi ki, aktarayım.

1981 yılı sondan dördüncü hafta Galatasaray'ın başında Ahmet İrtegün'ün ricası ile kontejanı kırpılmış teknik direktör Şeren, o dönem Florya nakdi adındaki borç yüzünden sağlam bir kadro kuramamış Galatasaray ligde düşme potasına neredeyse girmiş ve o hafta İnönü stadında güçlü Eskişehir ile oynayacaktır.


Nitekim Eskişehir ilk yarıyı 2-0 önde kapatmış ve ikinci yarıya da hızlı başlamıştır. Galatasaray ilk golünü bulduğu anda oyuna bir forvet almış ancak gol gelmemiştir. Maçın henüz 68. dakikasında Şeren yine Ahmet İrtegün'ün dost kontejanından Cosmos'dan getirttiği Güngör ile saha kenarında sürtüşme yaşamıştır. Hatta rivayet o dur ki, Eskişehir kalecisi degaj vurduğu Şeren üçüncü gol yeme korkusundan dolayı değişiklik istediği halde görmeyen hakeme kızdığı için sahaya 5-6 metre girerek Güngör'ü eliyle itip kulübedeki santrafor Hasan'ı saha kenarına çağırmıştır.
"Orijin" mefhumu burada devreye girecek olmuş ki, Fatih terim Turgay Şeren'in yanına giderek oldukça sert bir biçimde uyarmış ve Güngör'ü kendi elleriyle sahaya tekrardan sokarak ona yeni bir mevki vermiştir.

Maç 3-2 Galatasaray bitmiş, maç sonunda Fatih Terim basın muhabirlerine "Hocama karışma dedim" demiştir.
Terim kötü ve neredeyse sene sonunda Samsun'a gidecek bir ön libero, Şeren iyi bir kaleci idi.

Hep bahsedilen "Futbol tanrıları" o gün belki olaya parmak sokmayı seçmediler. Kim bilir, belki parmak soktular ki, o gün Türk futboluna ait bir köşede "Orijin" oluştu-da; "Biz göremedik".

24 Şubat 2010 Çarşamba

Kayıp Hikayeler; Leandro Remondini

Remondini, 1938’de yirmi yaşındayken Milan’a gelir, ardından Modena, Lazio ve 1950 Dünya Kupası’ndaki tek milli maçı ( Paraguay’a karşı 2-0 kazanılan maç.) tarihinde hiç üst lige çıkamamış Luchesse ve son olarak Verona’da oynadıktan sonra futbolu bırakır. 1957’de Beşiktaş’ın antrenörü olan Remondini’nin takımı Olympiakos’u ön elemede hükmen galip gelerek eledikten sonra Real Madrid’le karşılaşır.

Puskas, Kopa, Gento, Santamaria’lı takıma elenir. O maçtan 43 yıl sonra Real Madrid İstanbul’a bir kez daha gelir hem de İstanbul’u görmek isteyen Puskas’la birlikte. Real Madrid’in başında ise Vicente Del Bosque vardır. Dönelim Remondini bağlantısına. 10 Haziran 1959’da lig finalinde Fenerbahçe’ye 4-0 yenilen Galatasaray’ın başında Remondini vardır, bu mağlubiyet onun sonu olmaz ama ertesi yıl Türk milli takımının başına geçer.

Bir arşiv kaydına göre Altay’ı da çalıştıran Remondini, Galatasaray’ı, Beşiktaş’ı Del Bosque’yi, Puskas’ı hatta futbolun iki “panter”i Varol ve Turgay Şeren’i birleştiren isimdi.

Not: Milan formasında sağdan ikinci remondini.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Kayıp Hikayeler; Bizi Birleştiren Nehir

Bu hafta sonu Premier lig’de önemli bir maç, hatta kökenleri Britanya futbolunun kökenlerine kadar giden tarihsel bir maç gerçekleşecek. Liverpol ve aynı kentin takımı Everton karşı karşıya. Onları ayıran çok şey olduğu varsayılır, birisini işçi sınıfının diğerinin ise üzerlerindeki mavi renkten dolayı muhafazakarların takımı olduğu, birisinin Protestanları, diğerinin ise Katolikleri temsil ettiği vs vs.

Oysa mesele o Merseyside nehri kadar bile derin değil. Onların rekabeti ağızlara pelesenk olan tabirle “tatlı” bir rekabettir. Bu durumun en açık örneği ise 1966’da yaşandı. Liverpol o yıl lig şampiyonu olmuş, FA Cup’ta ise Sheffield Wednesday’i 3-2 yenen Everton, kupayı kazanmıştı. Ertesi yıl Godison Park’ta (aralarındaki rekabete neden olan eski stad) yapılan ilk maçta da iki takım kupalarıyla seyirciyi selamlamıştı.

Not: Fotoda Liverpoolu, Roger Hunt ve Evertonlu Ray Wilson o yıl İngiltere’nin kazandığı dünya kupasıyla maç öncesi tur atıyorlar.

Yukarıdaki fotoğrafta ise Evertonlu Andy Gray ve Liverpollu. Kenny Dalglish.

18 Ocak 2010 Pazartesi

Jules Rimet'in Gölgesinde

Fifa, kurum olarak, nezdinde bir yığın insan ve kurumun hak aradığı yer iken, bugün gelinen noktaya değin yine aynı şekilde insan ve kurumların bir dolu hakkını yemişliği vardır.

Afiyet olsun ile biten cümleler genellikle lokantalarda olur olmasına da, İşin mutfağı sözü de haybeden çıkmamıştır. Tıpkı Bugün Henri Delaunay'ın hikayesi gibi.

Henri Delaunay, Polonya asıllı Fransiz bir Yahudi vatandaşı olup Fifa'nın bugünlere gelmesinde çok emeği geçmiş bir insandır. Ama kaderi düzgün bir vizyona sahip olmasından mütevellit ona oyunlar oynamıştır. Ünlü Amerikan Buhranı öncesinde Avrupa'nın önde gelen insanları içerisinde, Avrupa ülkelerinin kendi aralarında düzgün bir mevsimde maç yaparak halihazırda gerilmiş siyasi ortamı yumuşatmak ve bu maddi kazançla futbol birliği kurmayı önermiştir. Nitekim kabul olunmuştur.

Ancak henüz belirttiğim gibi Amerika ekonomik buhranı birden çıkagelmiş, ve her ekonomik buhranın sonrası savaş ortamı oluşur tezi yine geçerliliğini korumuştur.

Hikaye, esasında burada bitiyor. Daha doğrusu Henri Delaunay'ın hikayesi burada sonlanıyor.

Çünkü daha iyi bir ekonomik güce sahip olan Jules Rimet, arkasına biri Alman diğeri Amerikan şirketini arkasına alarak ilk dünya kupasını hazırlıyor. İsmi de "Jules Rimet Kupası". Bir umuttur, bu işten para kazanılmak isteniyor, Fifa denen kurum da daha arz-ı endam etmemiş, kurulmasına daha yıllar var.

Uruguay bu kupayı düzenlemek istiyor. Olimpiyatlarda guruları sarsılmış bu ülke nitekim finalde Arjantin'i yenerek kupayı alıyor, ve ilk resmi olmayan Dünya kupasını evine götürüyordu. Peki ya Avrupa şampiyonası?

Jules Rimet çok zeki bir karakteri ve ikna edici üslubunu kullanarak ilk Avrupa şampiyonasının İtalya'da olmasını bizzat Mussolini'ye iletmiş, bir ay sonra Almanya'ya giderek yeni gelin kıvamındaki Hitler'e teklifini sunmuştur. Bugün bu olaylar üniversite sıralarında İktisadi bilimlerde okutulur ya, hoş görülmesi lazım. Çünkü müthiş bir pazarlama düsturu.

Sonrası malum, Dünya savaşı ve 12 yıl iptal olunan Jules Rimet kupaları.

Ama Fifa da kurulur, Henri Delaunaysız.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Kayıp Hikayeler; Boca Juniors

Resmi kayıtlara bakarsanız Boca Juniors’un kuruluş tarihi 3 Nisan 1905. Fakat bu tarihten iki gün önce bir pazar öğleden sonra Estaban Baglietto’nun evinde toplanan gençler Boca’nın kuruluşuna karar verdiler, dolayısıyla Boca’nın gayrı-resmi kuruluş tarihi 1 Nisan 1905. Takımın adı o gün İtalya’nın çocukları ve yıldızları olarak forma rengi de mor- beyaz (fotoğraf) olarak belirlendi ve kısa zaman sonra Boca’nın gençleri arasında ün kazanınca Boca Juniors oldu.

21 Nisan 1905’te ilk resmi maçları olan Moreno’ya karşı da o formayla sahaya çıkmışlardı. Fakat o günlerde Boca’nın İtalyan çocukları sokağa her çıktığında forma renkleri tartışılıyor ve ortaklaşa bir çözüm bulamıyorlardı. Çözüm, Boca limanında çalışan bir işçi olan Juan Brichetto’dan geldi. Brichetto, limanda demirli olan bir İsveç gemisinin ( geminin adı Drottning Sophia) bayrağını gösterdi ve Boca’nın renklerindeki sarı o bayraktan ilham aldı ve sonuçta 1913’te bugün bildiğimiz forma belirlendi.

Boca’yı biraz gezenler ya da hakkında anlatılanları duyanlar bilir; Boca, Buenos Aires’in merkezine yakın bir göçmen bölgesidir ve gemiden inen İtalyanlar tarafından kurulmuştur. Boca’da yaşayan bir sosyolog bana “Biz Arjantinliler gemiden inip buralara geldik, geminin nerden geldiği artık önemli değil artık bu kara parçasına ayak bastık” demişti.


9 Ocak 2010 Cumartesi

Kayıp Hikayeler; Yasin Özdenak

Yasin Özdenak'ın bilinen hikayesi Ağabeyi Gökmen Özdenak ve kardeşi Doğan Özdenak'ın hikayesi gibi keskin uçlarda, bilinen, klişe halini almış bir hikaye olmasa da, Galatasaray'da oynamış (hatta Türk futbolunda) üç kardeş hikayesinden daha da belirgin değildir. Teyit ister.

Bugün Gökmen Özdenak'a kardeşi Yasin'in hikayesini anlat desek, çoluk çoçuğu Amiga konsol'a alıştırdı, başka da hayrını göremedik minvalinde bir hikaye duyabiliriz, yadırganmamalı da. Ancak anlatacağım hikaye Turgay Şeren tarafından anlatıldığı için ben yine de olaya mesafe ile yaklaşıyorum; Turgay Şeren'in basın yönüne ve kişiliğine itimat eden biri değilimdir, belirtmek istiyorum.

Yasin Özdenak'ın kontratının bitimine yakın bir zaman kala Palermo Turgay Şeren'e Yasin'i sorar. Turgay Şeren gider o zamanki yöneticilerden Halim Bey ile görüşür. Halim bey, Yasin'e iki yıllık kontrat önerdiklerini, ama o kontrat önerisini sembolik olarak yaptıklarını belirtir. Çünkü Beşiktaş yazın Sırp kalecisini yollayarak Yasin ile anlaşacaktır. Halim Bey, Beşiktaş ile anlaştıklarını söylerek Turgay Şereni, dolayısı ile Palermo'yu geri çevirir. Turgay Şeren mahçup olduğu için gidip Can Bartu'ya durumu belirtir.

Can Bartu'nun aklına bir fikir gelir. Bu fikri Palermo heyetine de belirtir. O dönem ki kurallara göre oyuncu bonservisi belli bir fesih karşılğında oyuncunun başka bir ülkeye milli takım oyuncusu ise gidebilmesi yönündedir. Nitekim Palermo heyeti imzalanmış kağıdı Şeren'e yollar, sezon bitiminde oyuncuyu al gel, sana da belli bir komisyon veririz der(1).

Bir süre sonra Amerika'da yaşayan Ahmet İrtegün, Can Bartu'ya ulaşır ve New York Cosmos'a kaleci aradığını söyler. Can Bartu Turgay Şeren'e döner, Turgay Şeren Palermo'nun kağıdını alır yırtar, o dönem Amerika'nın enlü Türk'üne Yasin'in bonservisini verir.

Kısa bir süre sonra Beşiktaş ve Galatasaray kulübü bu haberi alır. Hatta bu transfer sonrası Yasin'in kendisi gibi kaleci olan kardeşi Doğan Özdenak bu olaydan ötürü Galatasaray'dan uzaklaştırılır, Eskişehir'e yollanır. Bu sürecin şöyle garip bir durumu vardır; Amerika transferinden henüz kaleci Yasin'in haberi yoktur(2). Hatta Tarabya'da bir İtalyanca kursunda dil bile öğrenmeye başlamıştır.

Ancak zamanı geldiğinde Amerika'ya giden Yasin Özdenak gerçeği öğrenir. Ahmet İrtegün New York Cosmos'un başkanıdır ve kaleci değil de, kaleci antrenörü olarak transfer edilmiştir Yasin Özdenak.

Yasin Özdenak, bir süre sonra Türkiye'ye gelmek ister. Milli takım şansını kaybetmiştir. Ancak sonraları Amerika'da kalarak kaleci antrenörlüğü yapar. Zaten en son Şenol Güneş'in Kore'de çalıştırdığı takımda kaleci antrenörüydü yanılmıyorsam.

Kimseyi zan altında bırakmak istemem ama bir futbolcunun kariyeri ile oynansa oynansa ancak böyle olurdu, olmuştur da. Ancak bu hikayeden sonra İstanbul'un üç büyükleri Şenol-Birol zamanına değin kendi aralarındaki transferleri birbirlerinin sözlerine değil de kasada kilitlenip anahtarı yutulan sözleşme kağıtlarına güvenir oldular..

(1) Turgay Şeren o çok anatılmayan River Plate kariyeri sonrası Galatasaray'da bir daha oynamam diyen biriyken Gala'ya tekrar dönünce Prag'dan teklif alıp Sami yen'de sabote ettiği maçları bu ülkede bir Hıncal Uluç bilir, ona da itimat edilmez.

(2) Bu olayın özünü Turgay Şeren yanılmıyorsam İngiltere'deki Avrupa şampiyonası öncesi Türkiye gazetesinde milli takımı değerlendirirken kaleci sorunu üzerine anlatmıştı. Bu hikayeyi kendi çarkına çevirerek farklı versiyonlarında da anlatmıştı sağolsun.

Bugün Yasin Özdenak'ı söz gelimi google'da arattığınızda onunla çok özdeşen "Vefasızlık" deyimi çıkıyorsa bunun mümessilidir çok sayın "Turgay Şeren"...

21 Kasım 2009 Cumartesi

Kayıp Hikayeler; Sampdoria 1990/91


Son yıllarda İtalya Ligi Seri A'nın oyuncu kalitesinden, futbol seviyesine kadar yaşadığı gerileme pek çok yerde yazıldı çizildi. Avrupa Kupaları'nda alınan başarısız sonuçlarda bu durumun doğal bir yansıması olarak karşımıza çıktı. Ancak 80'lerin sonu ve 90'ların başı baz alındığında, en başa İtalya Ligi yazılır, diğer ligler Seri A'nın arkasından gelirlerdi. Dünyanın en büyük futbol yıldızlarının sahne aldığı İtalya Ligi'nde belki çok gol olmazdı ama atılan goller, oyuncuların ve sahada ortaya konan futbolun kalitesi ile birebir örtüşen zeka ürünü goller olurdu. İşte boyle bir donemde Italya Ligi'nde sampiyonluga uzanmak, şampiyon takımı dünyanın gözünde futbolun zirvesine taşırdı. İşte Sampdoria, tam da İtalya Ligi'nin bu şekilde anıldığı 90/91 sezonunda şampiyon olarak, hem büyük bir sürprize imza atmış, hem de tum futbolseverlerin saygınlğını kazanmıştı. Şimdi takvimlerimizi 18 sene geriye alıp, Sampdoria'nın bu şampiyonluğunu hatırlamaya çalışalım.

1976/77 sezonunda ligde tutunamayarak Serie B'nin yolunu tutan Sampdoria, Serie B'de geçen 5 yılın ardından yeniden Serie A'ya yükselmeyi başarmıştı. 85/86 sezonunu dışarıda bırakırsak, sürekli Serie A'nin başaltı takımlarından birisi olmayı başaran Sampdoria, bu süreçte 3 kez de İtalya Kupası'nı müzesine götürmeyi başarmıştı. 1989 yılında Avrupa Kupaları'ndaki ilk finalini oynayan ve adından Avrupa'da da söz ettirmeyi başaran Sampdoria, Barcelona'ya finalde 2-0 kaybediyordu. 1990 yılında ise yarım bıraktıkları işi tamamlayarak tarihe geçiyorlardı. Ligi 5. bitirdikleri 88/89 sezonunu İtalya Kupası ile kapatan Blucerchiatis, sonraki sezon bir önceki yıl kaybettikleri Kupa Galipleri Kupası finalinde, Anderlecht'i 2-0 yenerek Avrupa'daki ilk ve tek kupasına ulaşıyordu. Aynı sezon UEFA Kupası'nı Juventus'un (finalde rakip Fiorentina), Şampiyon Kulüpler Kupası'nı da Milan'ın aldığını hatırlatırsak, İtalyan futbolunun nereden nereye geldiğinin resmini daha iyi çekmis oluruz.

Harika bir sezon geçiren İtalyan Futbolu için, bu başarıları taçlandıracak ve 1990 yılını unutulmaz kılacak bir fırsat vardır. Evlerinde düzenledikleri Dünya Kupası. Ancak İtalya Napoli'de oynanan o meşhur Arjantin maçında karşılaştığı müthiş Maradona taraftarlarına ve Maradona'nın kendisine yeniliyor ve finali göremiyordu. 1990 Dünya Kupası'nı 3. olarak tamamlayan İtalya kadrosunda ise 4 Sampdoria'lı oyuncu yer alıyor, Gianluca Pagliuca ve Roberto Mancini topa değmeden turnuvayı terkederlerken, sadece Pietro Vierchovod ve Gianluca Vialli forma şansı bulabiliyorlardı.


Sezon başlarken kimsenin şampiyonluk için şans tanıdığı bir takım değildi Sampdoria. Bir tarafta son Avrupa Şampiyonu Milan, diğer tarafta Maradona'lı son şampiyon Napoli, Dünya Kupası Şampiyonu Almanya'nın 3 yıldızını kadrosunda barındıran Inter, Baggio, Julio Cesar, Hassler gibi yıldızlara yaptığı yatırımla yeniden iddiali konuma gelen Juventus dururken şans verilmemesi çok normaldi Sampdoria'ya.

Sezona sakat olan Vialli'den yoksun başlayan Sampdoria, gol üretmekte sıkıntı çekiyor, ilk 5 hafta yalnızca 3 gol atabiliyordu. Vialli'siz çıktıkları son maçta Milan deplasmanında Cerezo'nun golü ile 1-0 kazanıyor ve liderliği ele geçiriyorlardi. 3 hafta sonra Napoli deplasmanında aldıkları 4-1'lik galibiyet ile de ayak seslerini iyiden iyiye duyurmaya başlıyorlardı. Ertesi hafta ise Genoa'ya sahalarında 2-1 kaybederek ilk mağlubiyetlerini yaşıyorlardı.

14. hafta 2 puan geride oldukları Inter'e karşı 10 kişi kalmalarına rağmen 3-1 kazanıp, farkın açılmasına engel oluyorlar ve önemli bir eşiği aşıyorlardı. Ancak ilk devrenin son 3 maçında aldıkları 2 mağlubiyet ve 1 beraberlik ile 5. sıraya kadar geriliyorlardı.

Ligin ikinci devresinde Sampdoria kendisini sampiyonluga goturecek bir seriye basladigindan habersiz ard arda galibiyetler almaya baslamisti. Juventus, Milan, Napoli derken onune geleni deviren Sampdoria tekrar liderligi ele gecirmisti.

Sezonun en onemli maclarindan birisinde ligin bitimine 4 hafta kala Inter deplasmanina cikacaklardi. Sampdoria'nin 3 puan gerisinde 2. sirada olan Inter galibiyet almaya mecburken, Sampdoria ise yenilmemenin kendisine yetecegini biliyordu. Mac bittiginde skorbordda Sampdoria lehine 2-0 yaziyordu. Mac sonunda yillar boyu unutulmayacak bir mac oldugu, 2-0 kazanan Sampdoria'nin 10-4 kaybedebilecegi bir mac oynandigi yorumlari yapiliyordu. Mac sonunda istatistiklere bakildiginda da yorumlarin hakliligi ortaya cikiyordu. Inter'in 24 sutuna karsilik, Sampdoria'nin 6 sutu, 13 kornere, 1 korner macin Inter baskisi ile gectigini apacik gosteriyordu. Inter kalecisi Zenga tek bir kurtaris bile yapamazken, Pagliuca Mattheus'un penaltisi da dahil olmak uzere tam 14 kurtaris yapiyor ve hayatinin macini oynuyordu belki de.


Inter'i gecen Sampdoria icin 3 haftada alinacak 3 puan sampiyonlugun ilani anlamina geliyordu. Once sahasinda Torino ile 1-1 berabere kalan Sampdoria, Lecce deplasmaninda ilk yarida buldugu 3 golle 3-0 galip geliyor ve son haftaya girilirken sampiyonlugunu ilan ediyordu.

Daha once ligde dordunculukten yukariya cikamamis Sampdoria, en kati kalpleri bile yumusatacak kadar etkileyici, adeta bir mafya filmindeki ask hikayesi kadar siradisi bir sampiyonluk alarak muhtesem bir is basariyordu.

Ligde sadece 3 maglubiyet alan Sampdoria, ligin ikinci devresinde 13 galibiyet ve 4 beraberlik alarak sampiyonluk yuruyusunu tamamliyor, 57 golle de ligin en cok gol atan takimi oluyorlardi.

Ligin sampiyonluk adayi takimlari ile yaptiklari maclarin neredeyse tamamini kazanan Sampdoria puan kayiplarini zorluk derecesi daha az olan maclarda yasamisti. Milan, Inter, Napoli takimlarini her iki macta da yenen Sampdoria, Juventus ile de deplasmanda 0-0 berabere kalip, sahasinda 1-0 kazaniyordu. Sampdoria'nin bu maclarda aldigi sonuclar, fiksturun de yardimiyla muthis bir avantaja donusuyordu. Sampdoria Milan ile oynarken, Juventus-Inter, Inter ile oynarken, Juventus-Milan, Napoli ile oynarken de Milan-Inter maclari oynaniyor, maclarini kazanan Sampdoria'da rakiplerinin puan kayiplari ile ligde avantaj sagliyordu.


Ligde sadece Vialli ve Mancini 5 golden fazla atarken, zaman zaman ortaya cikan isimsiz kahramanlar da sampiyonlukta onemli pay sahibi oldular. Ligde tum maclarda forma giyen tek isim olan Peppe Dossena mayis ayinda Inter karsisinda alinan galibiyette acilis golunu atiyor, sagbek Roberto Mannini'de Lecce karsisinda attigi golle Sampiyonluk kutlamalarinin fitilini atesliyordu.

24 yasindaki kaleci Pagliuca ve kanat oyuncusu Lombarda belki de kariyerlerinin en muhtesem sezonunu yasiyor ve gok mavili formayi ilk kez bu sezon giymeyi basariyorlardi.

Herseye ragmen, ister istemez tum gozler Sampdoria'nin ileri ikilideki muthis ikizleri Vialli ve Mancini uzerindeydi. Birbirlerini cok iyi tamamlayan ikili, harika bir birliktelige imza atiyorlar, Vialli'nin gucu, acimasizligi, Mancini'nin cin gibi zekasi ile birlesince ortaya durdurulamayan bir hucum hatti cikiyordu.


Sakatligi nedeniyle sezonun ilk maclarini kaciran Vialli, 26 macta attigi 19 golle, Seri A'nin gol kralligini da kimseye birakmamayi basariyordu.

Catenaccio uyguladigi icin elestirilen ancak gol yememenin Italya Ligi icin birinci sart oldugunun farkinda olan Vujadin Boskov, Vialli ve Mancini liderliginde mukemmele yakin uyguladiklari kontra atak stratejisi ile sonuca ulasmisti.

Sampdoria'nin basarisini one cikaran bir diger unsur ise basariyi getiren en onemli oyuncularin Italyan oyuncular olmasiydi. 3 yabanci sinirlamasinin oldugu o donemde, Milan Gullit, Rijkaard, Van Basten triosu ile firtinalar estirirken, Inter'de de Klinsmann, Mattheus, Brehme uclusu ile Alman ruzgarlari esiyordu. Son sampiyon Napoli ise zaten bir yabancinin omuzlarinda yukseliyordu; “Maradona”. Sampdoria'nin yabancilari ise Katanec, Cerezo ve Mikhailichenko idi. Bu 3 yabancinin 34 macin sadece 3 tanesine beraber basladiklarini soylersek, Sampdoria'nin rakiplerine gore yabancilardan daha az katki aldigi net olarak anlasilacaktir.

Sonraki sezon sampiyonlugun getirdigi baskiyla mucadele etmekte zorlanan Sampdoria, Aralik ayinda dusme potasina kadar geriledigi sezonu 6. bitiriyor, Sampiyonlar Ligi finalinde ise Wembley'de Barcelona'ya uzatmalarda Koeman'in golu ile boyun egiyordu. Yaz doneminde ise Vialli'nin Juventus'a rekor transferi ile baslayan cozulme sureci, 1999 yilinda takimin ligden dususune kadar suruyordu.

3 Eylül 2009 Perşembe

Kayıp Hikayeler; Belenenses 1945-46

Hep başka ligleri örnek vererek şikayet ettiğimiz bir durumdur şampiyonluğun Trabzon istisnası dışında İstanbul dışına çıkmaması. Ingiltere'de, Italya'da şampiyon olmuş takımların fazlalığıdır bizi bu fikre sürükleyen. Ancak günümüzde futbol çok farklı bir mecraya kaymıştır artık. Almanya dışındaki büyük futbol ülkelerinde rekabet 3-4 takım arasında sıkışmış, sadece şampiyonun değil neredeyse en tepedeki takımlarin tamamının sezon öncesinden bilinir hale geldiği bir ortam oluşmuştur. Ara sıra futbolun neden bu kadar popüler olduğunu hatırlatan sürprizler yaşansa da genel olarak parayı, gücü elinde tutanlar hep zirvede yer almaktadır artık.

Portekiz Ligi'de Türkiye ile benzer özelliklere haiz bir ligdir oynanmaya başlandığı 1934/1935 sezonundan beri. Şampiyonluk Benfica, Porto, Sporting Lisbon arasında gidip gelmiştir 75 yıllık Portekiz Ligi mazisinde. Ancak Portekiz'de de 2 kez de olsa istisnalar yaşanmış ve bu 3 takımdan birinin ligin zirvesinde yer almadığı sezonlar olmustur. 2000/2001 sezonunda Boavista'nin elde ettiği şampiyonluk futbolla ilgilenenlerin rahatlıkla hatırlayabileceği sürpriz bir şampiyonluktu Portekiz'de. Ancak bu döngüyü ilk kıran takım bir başka Lisbon ekibi Belenenses olmuştu Portekiz Ligi'nde. Hem de bundan tam 65 yıl önce.

Portekiz liginin kurulmasının üzerinden 11 sene geçmiştir. Benfica 6, Porto 3, Sporting de 2 kez ligi zirvede bitirmiştir bu dönemde. Bu takımların dışında bir takım daha vardır Portekiz Ligi'nde zirveyi zorlayan. Oynanan 11 sezonun 6'sında ligi ilk 3'te bitirmiş Belenenses bir önceki sezonda ligi averajla Sporting Lisbon'un arkasında 3. bitirmiştir. Belenenses taraftarları o sezon oynanan Sporting maçında yan hakem tarafından iptal edilen 2 gol verilmiş olsaydı şampiyon olabileceklerini iddia etmektedirler hala.

1945/1946 sezonu öncesi Portekiz Ligi'nde takım sayısı arttırılır. 10 takımla oynanan ligde artık 12 takim yer alacaktır. Belenenses sezona istediği gibi başlayamaz. Ligin ilk haftasında deplasmanda Sporting Lizbon ile 1-1 berabere kalırlar. Bu maçtan sonra vitesi büyütür Belenenses ve 5 mac üst üste kazanır sahasında Atletico ile 2-2 berabere kaldığı maça kadar. Sırada deplasmanda oynanacak Benfica maçı vardır. Belenenses sahadan 2-0 mağlup ayrılır. Ertesi hafta sahalarında Porto ile karşılaşırlar. İşler hiç de istedikleri gibi gitmez. Bu maçta da 2-0 mağlupturlar. Ancak altyapıdan yeni çıkmış 18 yaşındaki Manuel Andrade attığı 3 gol ile skoru 3-2'ye getirir ve takımını ipten alır. Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan bellidir. Ertesi hafta ligin hatırı sayılır takimlarindan Olhanense'ye deplasmanda 2-0 kaybederler. Bu skorla Benfica ve Sporting'in arkasinda kalır Belenenses ligde. İlk yarının son haftasında sahalarında Elvas'ı 5-2 ile geçerler ve moralli kapatırlar devreyi.

İkinci devrenin ilk maçı kendi sahalarında Sporting iledir. Golsüz geçen devrenin ardından ikinci yarıda 1-0 one geçer Sporting Belenensesli Seraphim'in kendi kalesine attığı gol ile. Ancak genç Andrade takımının mağlup olmasına izin verecek gibi değildir. Beraberlik golünü Andrade ile bulan Belenenses, Raphael ile maçı kazandıracak golü de bulur. Ligin ikinci yarısı bambaşka bir Belenenses vardır sahalarda. Önüne geleni devirir Belenenses. 15. haftada Oliveirense'yi 10-0 gibi tarihi bir skorla ezer geçerler. 19. haftaya gelindiğinde Belenenses puan bile kaybetmemiştir ikinci devre oynadığı maçlarda. Rakip şampiyonluktaki en büyük rakipleri Benfica'dır. Sahadan 1-0'lık skorla galip ayrılan Belenenses liderliği de devralır rakibinden. Bir sonraki hafta Porto deplasmanı vardır ki en az Benfica maçı kadar zordur. Belenenses alışmıştır bir kere kazanmaya. 1-0 kazanırlar bu maçı da. İlk yarıda 2-0 kaybettikleri Olhanense'yi sahalarında 6-0 yenerler ve son haftaya 1 puan farkla lider girerler.

Son hafta Belenenses'in rakibi deplasmanda karşılaşacaklari Elvas, Benfica'nin rakibi ise Athletico'dur. Benfica'nin Atletico karşısında galibiyetine kesin gözuyle bakılmaktadır. Şampiyonu belirleyecek mac Elvas'da oynanacaktır. O dönemde Sport Lisboa Elvas ile Benfica arasındaki ilişki güncel bir örnekle izah etmek gerekirse Ankaragücü ile Ankaraspor arasındaki ilişki gibidir. Benfica maç öncesinde Elvas takımına yardımcı olması için kendi kadrosundan antrenörler yollar. O dönemin şartlarında Belenenses'in deplasmana gitmesi de epey zordur. Kulübe ait bir otobüs yoktur ve takım özel araçlarla parça parça gitmek zorundadır maça. Günümüzde 2 saat kadar süren yol o dönemde ancak 5-6 saatte alınabilmektedir.

Bu şartlarda maça çıkan Belenenses için olumsuzluklar maçın içinde de devam eder. Daha maçın başladığını bile anlamamıştır Belenensesli oyuncular kalelerinde golü gördüklerinde. Patalino Elvas takımını 1-0 öne geçirir daha 1. dakika dolarken. Devre arasına da bu skorla gidilir. Belenenses takımında moraller bozuktur. Hatta takımı toparlaması gereken takım kaptanı Amaro'nun gözlerinden yaşlar gelmektedir. Arthur Lent ve Vasco birşeyler yapılması gerektiğinin farkındadırlar. Takımı tekrar canlandırırlar ve ikinci yarıya çıkarlar. Takımın sağ açığı Vasco, Fatih Akyel'in Real Madrid maçının ikinci yarısındaki performansına benzer bir performans ortaya koyar ikinci yarıda. Lent ve Rafael'e yaptigi iki asistle maçı çeviren adam olur Vasco. Benfica Atletico'yu 5-0 geçer ama artık hiçbir anlamı yoktur. Belenensesli oyuncular maçın bitimiyle orta sahada toplanır, birbirlerine sarılır ve sevinc gözyaşlarına boğulurlar. Ligin ikinci yarısında oynadığı tüm maçlari kazanan Belenenses özlediği şampiyonluğa ulaşır 26 Mayıs 1946 günü. Takım oyuncuları geldikleri gibi ayrı araçlarla dönerler Lizbon'a. Şehrin girşinde ellerinde mavi Belenenses bayrakları ile taraftarlar beklemektedir Sampiyon takımı.

Stereotyped From Enes Özbey