-->

Blog

Eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Mert Tanaydın

Edebiyat Haber 07.2014 


610052_2
Bizim Pascal Mercier olarak tanıdığımız yazar aslında felsefeci Peter Bieri. II. Dünya Savaşı’nın sonlarında, tüm Avrupa ve dünya kavrulurken diplomatik, finansal ve fiziksel dağların korunaklı kıldığı İsviçre’de, başkent Bern’de 1944’te dünyaya gelmiş Bieri.
Babası klasik müzik bestecisi. Kolejden sonra üniversite eğitimini kendi kentinde dilbilim üzerine görmekteyken, yeniden kurulan dünyada aşka verilen fırsatı kullanarak Londra’ya gitmiş. Orada İngilizce ve Hint bilimleri eğitimi görmüş. Yirmilerinin başında Latince, İbranice, Yunanca ve Sanskritçe bilen Bieri, Heidelberg’te felsefeye devam etmiş. 1970’lerde bilişsel psikoloji ve beyin üzerine çalışmış, Kaliforniya’daki Berkeley’de, Harvard’da, Berlin’de, Kudüs Üniversitesi’nde araştırmalar yapmış, dersler vermiş, 80’lerden itibaren Almanya’daki çeşitli üniversitelerde (Heidelberg, Marburg, Berlin) görev yapmış. Üniversitenin neredeyse şirketleri andıran performans ölçümlerine dayalı bir kurum haline geldiğini öne sürerek, emekliliğini istemiş, son yıllarda dışarıdan dersler veriyor. Tüm bunları yapan Bieri, doksanlarda içindeki yazarı, Pascal Mercier’yi de keşfetmiş ya da icat etmiş. Alman eğitim sisteminde yazarlara sıcak bakılmadığından (!), mecburiyetten. Ülkemizde Mercier’nin romanları Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanıyor. Artık herkesin bildiğini sandığım Lizbon’a Gece Treni dışında da sarsıcı yapıtları var.
Sanatçının başarı takıntısının ne tür sonuçlara yol açtığına dair okunabilecek romanı Sahnede Ölümİlknur Özdemir çevirisiyle raflarda yerini almıştı. Sanatsal yönü oldukça gelişmiş bir burjuva ailesinin, yetimhaneden yetişmiş olmasına rağmen kusursuz bir piyano tamircisi ve hevesli bir besteci olmuş bir baba, talihsiz bir kazaya kadar güzel ve başarılı bir balerin olan, zengin aile kızı bir anne ve her biri tutkularını kontrol etmekte zorlanarak büyümüş bir oğlan (Patrice) ve bir kız (Patricia) ikiz kardeşten oluşanailenin etrafında kurulmuş, yoğun ve gergin bir roman ortaya çıkarmış Mercier. Piyano tamircisinin bestelerine yönelik tutkusunun, cinai sonuçlara bile ulaşan boyutları, sadece kendisini değil ailesini de sürüp götürecektir. Romanda kültürle dopdolu ailenin hiç beklenmedik bir şiddet eylemiyle hayatlarının tamamen değiştiği âna kadarki tüm öykülerini iki kardeşin birbirlerine yönelik yazdığı içdökme defterlerinden öğreniyoruz, bir bakıma komşu kahve masasında unutulan defterleri karıştıran davetsiz bir göz olarak. Mercier belki de romanında aktardığı pek çok duyguyu, kendi müzisyen babasıyla yaşamış Bieri’den esinlenmiştir.
Yakın zamanda, Mercier’nin son romanı Lea da, Neylan Eryar çevirisiyle okurlara sunuldu. Mercier’nin bir kere daha müziğe, başarı takıntılı müzisyene, bu sefer baba-kız üzerinden, aile ilişkilerine, kültürel olarak üst seviyede aşk denklemlerine geri döndüğü söylenebilir. Annesini kaybettikten sonra kemana tutkusunu yönlendiren genç Lea’nın, önce ilk öğretmeni Marie Pasteur’e, ardından gösterişli burjuva öğretmeni David Levy’ye sanki bir âşık gibi kendini kaptırmasına şahit olan babasının ağzından, genç müzisyenin ve tabii ona hayran babasının trajedisine kulak misafiri oluyoruz. Genelde Mercier, romanlarında ilk odağa aldığı ya da anlatıcı olarak seçtiği karakterlerinin, kendi buhranları içerisinde yollara düşmüşken karşılaştıkları ya da kendilerini analiz ederken hayat hikâyesine ulaştıkları, sonradan ortaya çıkan insanların anlatılarını çok daha iştahlı anlatıyor. Bu romanda da asıl anlatıcı, başarılıyken bir başka trajedi nedeniyle işinden ayrılmış bir cerrah. Tercih edilen paralel kurgu, Sahnede Ölüm’de olduğu gibi iki farklı defter/kardeş biçiminde değil de, daha çok dinlenilenin hikâyenin içine serpiştirilmesi şeklinde oluşturulmuş. Romandaki bazı ipuçları, Bieri’nin, bu sefer Hollandalı baba Martijn Van Vliet olduğunu sezdiriyor.
Sanatın kusursuzluğa giden, bir ömür boyu sürecek bir hazırlık olduğu klasik müzik alanında, kendilerini takıntılarına kaptırıp halihazırdaki yeteneklerini hor gören kahramanlarıyla Pascal Mercier romanları, okurlara derinlikli birer uyarı sanki: Zamane trajedileri insanların aymazlıklarıyla gelir.

Kaynak: http://www.edebiyathaber.net/kultur-basari-hirsi-ve-trajedi-merciernin-yapitaslari-mert-tanaydin/

3 Ağustos 2014 Pazar

Özlem Akalan
Vatan Kitap Eki 15.03.2013 



Portekizli şair, oyun yazarı,
 eleştirmen ve çevirmen Fernando Pessoa,
bu kez karşımıza polisiye yazarı kimliğiyle çıkıyor. Yarattığı onlarca mahlasla kimi zaman bu kişilerin fikirlerini çarpıştıran ama hepsine mutlaka kendinden bir parça katan Pessoa’nın dedektif öykülerinin başkahramanı Quaresma da elbette yazardan izler taşıyor.






Bir kitap satın alıyorsunuz, heyecanla sona yaklaşıyorsunuz ama bir de bakıyorsunuz, kitap hatalı basılmış ve son yirmi sayfası yok! Elbette kitabı iade edip yenisini alabilir ve romanınızı keyifle bitirebilirsiniz. Ama o an yaşadığınız paniği, mutsuzluğu, hayal kırıklığını düşünsenize! Benzer bir hayal kırıklığını Robert Jordan’ın bana göre eşsiz, harikulade hatta “Yüzüklerin Efendisi”nden daha başarılı “Zaman Çarkı” serisinde yaşamıştım. Bilen bilir, binlerce sayfalık, onlarca kitaptan oluşur “Zaman Çarkı”. Oku oku bitmez. Serinin son kitabı henüz Türkçeye çevrilmediği için hakikaten de bitmiyor! (Orijinalinde 14. kitaba ulaşan seri yaklaşık 14 bin sayfa.) Ama benim için asıl felaket, serinin son kitabını yayınlayamadan yazarın ölüp gitmesi oldu. Kendisi “Zaman Çarkı”nı 12 ciltte bitirmeyi planlıyordu. Ağır bir kalp rahatsızlığı olduğu için hikâyenin son notlarını eşi ve editörüne emanet etmişti. Onlar da sanırım yazdıkça yazıyorlar ki, kitap bir türlü nihayete ermiyor! Bense yazarın son yazdığı 11. kitapta kaldım. Başkalarının devam ettirdiği bir öykü aynı zevki verebilir mi henüz karar veremediğim için altı yıldır beklemedeyim.

Bir diğer “bitmeyen öykü” de J.R.R Tolkien’in “Bitmeyen Öyküler”i. Tam kişileri, olay örgüsünü anlamaya başlıyorsunuz öykü bitiveriyor. Yüzlerce sayfalık bir kitap sizi mutlu ettiği kadar sinirlerinizi de bozuyor. Kader bu ya, yine bitmeyen öykülerden oluşan bir kitap var elimde; “Bulmaca Meraklısı Quaresma”. Bu kez yazar, yazdıkları kadar yarattığı farklı edebi kişilikler, edebiyat akımları ve özellikle şiirleriyle tanıdığımız Fernando Pessoa. 
Bu tarz bitmeyen öykülerin yayınlanması, bir yazara tutkuyla bağlı okur için bulunmaz nimet. Çünkü yazarın düşünce tarzını, yazım stilini en ham haliyle görme imkanı buluyor okur ve eksiksiz bir arşive sahip olabiliyor. Yayınevleri için de büyük bir prestij olduğunu düşünüyorum. Ancak yine işin ağır kısmı yayınevlerine düşüyor, zira okurun zora düştüğü anlarda notlar ve açıklamalarla sık sık ayrıntıları aktarma yükümlülüğü üstleniyorlar. Neyse ki Tolkien’in “Bitmeyen Öyküleri” de Pessoa’nın “Bulmaca Meraklısı Quaresma”sı da okura yol gösteren notlarla dolu. 

POLİSİYE TUTKUNU

Bir uzun, iki kısa dedektif öyküsünden oluşan “Bulmaca Meraklısı Quaresma”da Fernando Pessoa, tutkuyla bağlı olduğu polisiye tarzına katkıda bulunuyor. Pessoa’nın Quaresma öykülerini yazmak onlarca yılını almış. En başta on iki öykü tasarlamış ama hiçbirini bitiremeden bu dünyadan göçüp gitmiş. Ancak bu öykülerde öne çıkan ve önemlerini artıran, kimin hırsız veya katil olduğu ya da olay örgüsü değil, Quaresma’nın akıl yürütme tekniği. Psikolojik, tarihsel, olgusal, duygusal, sosyolojik, paradoksal, sezgisel, varsayımsal ya da tesadüfi, aklınıza ne gelirse, her türlü düşünme tarzını işin içine katarak sonuca ulaştırıyor Quaresma’yı. Öyküler bitmemiş olmakla birlikte en azından bu kitapta yayınlanan iki tanesi çözüme ulaşıyor. Bununla birlikte yazar, henüz son şeklini vermediği için kişi isimlerinden yer isimlerine kadar pek çok şey öykü boyunca farklılıklar gösterebiliyor. Neyse ki çevirmen Işık Ergüden, doyurucu önsözü ve düştüğü notlarla okurun işini kolaylaştırıyor. Böylelikle kafa karışıklığı azalıyor. Örneğin, kitabın başındaki önsözde arkadaşı Abilio Quaresma’nın “bir süreliğine bulunduğu New York’ta” öldüğünü söyleyen Pessoa, önsözü “Mesleğini icra etmeyen doktor ve bulmaca çözücü, 1865’te Tancos’ta doğan ve içinde bulunduğumuz bu 1930 yılında Lizbon’da ölen...” sözleriyle tamamlıyor.

Yine de dediğim gibi, Pessoa’nın dedektif öykülerinde öne çıkan, bu tarz ayrıntılardan ziyade düşünme ve olayları birbirine bağlayış tekniği.

Şiirleriyle ünlü birinin polisiye merakı, okura şaşırtıcı gelebilir (Bakınız Edgar Allan Poe). Bununla birlikte Pessoa, polisiye tutkusuna günlüklerinde, mektuplarında ve denemelerinde sıklıkla yer vermiş. Mesela “Erostratus” adlı denemesinde polisiyeyi şu sözlerle övüyor yazar: “İnsanlığın entelektüel yaşantısında hâlâ varlığını sürdüren ender entelektüel eğlencelerden biri polisiye roman okumaktır. Hayatın yaşamama izin verdiği giderek azalan mutlu saatler arasında Conan Doyle ya da Arthur Morrison okumaktan bitap düştüğüm anları en iyi dönemim kabul ediyorum.”

QUARESMA, KENDİSİ

Ölümünün ardından bulunan çok sayıdaki el yazmaları içinde yer alan tamamlanmamış dedektif öyküleri, doğal olarak yayıncıların ilgisini fazla çekmemiş ve ağırlıklı olarak Pessoa’nın şiirlerini yayınlamışlar. Yıllar içinde düzyazı metinlerine sıra gelmiş ve bu öyküler de gün yüzüne çıkmış. 

Pessoa’nın dedektif öykülerinin başkahramanı Abilio Quaresma artık mesleğini icra etmeyen bir tıp doktoru. Sıradan görünüşlü, yalnız ve yaşamın bulmacalarını çözmeyi tercih etse de gazetedeki bulmacalarla yetinen biri. Burada sözü, çevirmen Işık Ergüder’e bırakmak istiyorum. Zira Pessoa ile yarattığı Quaresma karakteri arasındaki bağlantıyı öyle güzel kurmuş ki, benim başka şekilde ifade etmeme mahal bırakmamış: “Pessoa’nın birçok kişisi ve yazarın kendisi gibi, yaşam karşısında beceriksiz, sıradan görünüşlü, ama akıl yürüterek kendini dönüştürebilen biriyle karşı karşıyayız. Hayatı seyreden biri; bulmaca meraklısı; duygu yoksunu. Pessoa’nın kendini tarif etmekte kullandığı ve polisiye öykülerinde Quaresma’ya uygulandığını göreceğimiz deyimler bunlardır. Quaresma kişiliği, yaratıcısına yakın bir edebi kişiliktir.” 

TWITTER FENOMENİ

Pessoa’nın en büyük özelliği yarattığı mahlaslardı. Aslında bunlara mahlas demek yerine kendisi “heteronim” demeyi tercih etmişti. Çünkü bunlar takma isim olmaktan çok öteydi; her “heteronim”in kendi hayat görüşü, fiziksel, biyolojik özellikleri ve yazım tarzı vardı. Yazılarında kıyasıya çatışıyor, birbirlerine cevap veriyorlardı. Yazarın yarattığı yetmişin üzerindeki “heteronim”in bazıları birbiriyle akrabaydı ya da en azından tanışıyordu!
Alberto Caeiro, Ricardo Reis ve Alvaro de Campos, yazarın en önemli “alter ego”ları. Zaman zaman işin çığrından çıktığı da olmuyor değildi. Bir keresinde Campos karakteri, Pessoa’nın yaşadığı kayda değer tek ilişkiyi kıskanıp Pessoa’nın kız arkadaşına mektuplar yazmış, kız da bu oyundan büyük keyif alıp ona cevap vermişti. Amatör bir astrolog da olan Pessoa’nın dikkat çeken “heteronim”lerinden biri de 1915 yılında yarattığı Raphael Baldaya adındaki uzun sakallı astrolog. Hatta “heteronim”lerinin yıldız haritalarına bakarak karakterlerini belirlediği de söyleniyor.

Geçen hafta Buket (Aşçı) ile Pessoa üzerine konuşurken o kadar güzel bir saptama yaptı ki, “buraya almadan olmaz” dedim; “Pessoa yaşasaydı bir twitter fenomeni olurdu”! Kimilerinin gerçek, kimilerininse maskeli karakterlerini ortaya koyduğu Twitter, elbette Pessoa için mükemmel bir oyun alanı olurdu. Hangi karakteriyle kime laf atacağını, hangi akıl oyunuyla kimi tuş edeceğini sadece hayal etmek bile keyifli!

Kaynak: hhttp://vatankitap.gazetevatan.com/haber/pessoaya_selam_olsun_diye/1/20365#.UWvDUYFsLhY.twitter
Asuman Kafaoğlu-Büke 
Radikal Kitap Eki 17.05.2014


“Hiçbir zaman mutlu olmayabilirim ama bu gece halimden memnunum.” On sekiz yaşındaki Sylvia Plath, Temmuz 1950’de günlüğüne bu sözleri yazmış. Plath’ın ölümüne dek yazmayı sürdürdüğü günlüklerinin yeni baskısı da bu cümleyle başlıyor. Sylvia Plath, edebiyatın Frida Kahlo’sudur diyerek belki biraz sert bir yorumla başlamak istiyorum; çünkü Kahlo gibi Plath da eserlerinden önce hayatıyla öne çıkan kadın sanatçılardan. Ted Hughes ile evliliği, mutsuzluğu ve sonunda intiharı, ne yazık ki eserlerinden daha sık gündeme gelir. Sanırım bu nedenle günlükleri özel hayatının bir uzantısı olarak şiirlerinden daha çok ilgi görmüştür.
Günlükler, şairin ölümünden sonra ilk kez 1982’de yayımlandığında kocası Ted Hughes bazı bölümleri çıkardığını itiraf etmiş ve bu yüzden çok eleştirilmişti. Hughes, kitabın önsözünde çocukları Frieda ve Nicholas’ın etkilenmemesi için günlüklerin son bölümünü imha ettiğini, “O günlerde unutmak, hayatta kalmanın en zorunlu parçası gibi görünüyordu” diye yazmıştı. Günlüklerin yayımlandığı yıl, ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra, Plath ününün doruğuna ulaştı ve bir de Pulitzer Ödülü kazandı.
Günlükler, Smith College’da öğrenciliğiyle başlıyor. Çok başarılı ve hırslı bir öğrenci olduğunu anlıyoruz. Çocukluk anıları da en çok günlüklerin bu ilk bölümünde yer alıyor. Babasını kaybettiği sekiz yaşına kadar mutlu olduğunu söylüyor, bu yılları betimlerken şişenin içinde tüm zarafetiyle duran, sonsuza dek mühürlenmiş beyaz bir yelkenliye benzetiyor hayatını. Mutsuz anılar bundan sonra başlıyor ve hayatı boyunca da sürüyor.
Kendisini tanıma süreci
Öğrenciliğin yanı sıra okulun gazetesinde editör olarak çalışıp sürekli yazıyor. Yayımlanan şiir ve yazıları olsa da, her genç yazar gibi o da ilk başlarda reddediliyor, bu durum her seferinde büyük bir yıkıma yol açıyor. İlk intihar denemesini anlattığı satırlar tam böylesi bir reddediliş sonrasında gerçekleşiyor. Geçirdiği bir trafik kazasının sonradan aslında intihar teşebbüsü olduğunu da öğreniyoruz. Öncesinde bacaklarına kesikler atıp intihar etmeye cesareti olup olmadığını görmek istiyor ve hayatı boyunca onu terk etmeyecek olan depresyonu bu dönemde başlıyor. Kendisini tanıma süreci olarak da okunabilir Plath’ın günlükleri. “Kabul et evlat, felaket güzel çıkışlar yakaladın. Belki bir Elizabeth Taylor değilsin. Genç Hemingway de değilsin, ama Tanrı’ya şükür, büyüyorsun. Başka bir deyişle, yalnızca beş yıl önceki o çirkin, içedönük çocuktan bu yana çok yol katettin” gibi kendisiyle konuştuğu bölümlerde en içten olduğunu hissediyoruz yazarın. Temmuz 1950 ile 1953 arasında yazdıkları belki de en depresif çağrışımlarla dolu, ne de olsa daha yirmi bir yaşın altında üniversite öğrencisi; ergenlik sorunlarını aşamadığını, fazlasıyla kırılgan olduğunu görüyoruz bu yıllarda. Ayrıca bir takıntı halinde ölümü düşündüğünü de. Örneğin 3 Kasım’da düştüğü kayıt, “Tanrım, intihar etmeye çok yaklaştığım bir zaman varsa eğer, şu andır; dermanı kalmamış uykusuz kanım damarlarımda akıp gidiyor...” Daha sonra şu sözlerle devam ediyor; “Beş yıl önce şu anda olduğum yeri görebilsem: Smith’te okuyorum, yazdıklarım (...) kabul edildi, güzel birkaç parça giysim ve zeki, yakışıklı bir erkeğim var – tek diyeceğim şu olmalıydı: Bütün istediklerim ancak bu kadar gerçek olurdu!” Fakat zeki bir genç kadın olduğu için bunların mutluluk için yetersiz olduğunun da bilincinde. “Virginia Woolf neden intiharı seçti? Ya da Sara Teasdale veya bütün diğer zeki kadınlar. Sırf nevrotik olduklarından mı? Yazdıkları şeyler en derin, en temel arzuların yüceltilmesi (ne korkunç bir sözcük ama) miydi? Ah bir bilebilsem!” Yetersizlik, sadece gençliğinde değil hayatı boyunca Plath’ı terk etmiyor. Ele geçirmeyi büyük bir hırsla istiyor, elde ettikten sonra bunun yetersiz olduğunu anlıyor ve büyük bir boşluğa düşüyor.
Mutsuzluk ve öfke dolu satırlar
Bir sonraki bölümde hayatına Ted Hughes giriyor, 1957’de evleniyorlar. Bu dönemde günlüğüne düştüğü notlar önceki yıllara nazaran daha umutlu. Evlendikten sonra Cambridge’a yerleşiyorlar, orada master tezini tamamlıyor. Üzerinden karamsarlığı atmaya çalışıyor. “Bugünden sonra aksatmak yok: ısınmak için önce bir sayfa günlük yazmalı. Benim için bütün keyif: aşk, ün, hayat, iş ve sanırım, doğamın esas ihtiyaçlarına bağlı olarak, çocuklar: kolay anlaşılır olmak, son beş yıldır içimde sıkışmış, etrafına set çekilmiş, tıkış tıkış olmuş dalgalar halinde taşan yaşanmışlıklara bir çekidüzen vermek.” Hayatın akışına kendine bırakması gerektiğini, çaresizliğe düşmesi için bir neden olmadığını kendisine tekrarlıyor. Yine kendisiyle konuşur gibi yazdığını, defterlerini bir çeşit kendini dinleyen yakın bir dost olarak gördüğünü anlıyoruz.
1957-58 yıllarını öğretmenlik yaparak ve bir psikiyatri kliniğinde yarı zamanlı sekreter olarak geçiriyor. Uzun yıllar doktoru olacak Ruth Beuscher ile tedaviye bu dönemde başlıyor. Öğrencilik yıllarında başlayan bunalımlı dönemlerde elektro şok tedavisi görmüş fakat bir faydası dokunmamıştı; şimdi daha makul bir tedavi biçimiyle doktoruna kendini açmaya başlıyor. Bu dönemde annesine kızgınlığı üste çıkıyor, aslında yıllarca bastırmaya çalıştığı çeşitli konulardaki öfkesini dile getiriyor. Bunlarla birlikte ilk başlarda hayranlık duyduğu kocası da onda aşağılık kompleksi yaratmaya başlıyor. Âdeta kocasının yeteneğiyle yarışıyor, yıllar geçtikçe mutlu anlar azalıyor, mutsuzluk ve öfke dolu satırlar çoğalıyor. Bu bölümleri okurken yanlış psikiyatri tedavisinin Plath’ı çok kötü etkilediğini ve 50’li yılların özgür ruhlu kadınlar için ne denli zor olduğunu, sanatçı kadınların üzerindeki kısıtlayıcı baskıyı, aile yapısının eşitsizliğini görüyoruz.
Sylvia Plath’ın şiirleri tür olarak “itiraf şiiri” olarak tanımlanır. Günlük hayatta kullanılan objelere farklı simgeler yerleştirerek yeni anlamlar üretir. Mutfakta eline aldığı bir bıçak, bacağındaki bir yara, beklemediği anda gelen bir telefon gibi imgeler hayatına dairdir ve her biri şiirlerinin temasına dönüşür.Günlükler de aynı türden bir itiraf dilinde yazılmış. Kendini dünyaya kabul ettirmeye çalışmayan, kendinde eksiklik, hastalık, sakatlık gören bir gözle yazılmış. Çoğu satırını okurken kendine ne denli haksızlık ettiğini görmek günlüklerin belki de geride bıraktığı en yoğun duygu.
Şimdi bu Günlükler her okurun ilgisini çeker mi? Gereksiz günlük detaylarla dolu ve hayatının ana teması hep mutsuzluk olmuş bir şairin beş yüz otuz sayfalık günlüğü, elbette tutkulu Plath hayranlarının ilgisini çekecektir fakat onların dışında Plath’ın yaşamöyküsü tek bir kadını anlatmadığı için, bir dönemin tanıklığı olduğu için okunmalı.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Ömer Türkeş
Radikal Kitap Eki 18.07.2014


Alıklar Birliği’nin Türkçe ilk baskısı 2007’de, ikinci baskısı 2014’te yapılmış. Her iki baskıyı da ıskalamışım. Yazar ve romandan, yakın bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine haberim oldu. “Yüzyılımızı suçlayan uzun bir eser yazdığını iddia eden tembel ve obez bir adam hakkında, çok eğlenceli bir roman” demişti arkadaşım muzip bir ifadeyle. İroni açıktı; çünkü o da yıllardır -kendi ifadesiyle- “çağımıza dair” büyük bir roman üzerinde çalışıyordu ve biraz da kiloluydu. Belki başka benzerlikler de vardır ama söz konusu benzerlikleri ifşa etmek bir arkadaşa ihanet anlamına gelecek. Doğrusunu isterseniz Alıklar Birliği’nin kahramanı Ignatius J. Rilley sevdiğiniz birine benzetilecek türden bir adam sayılmaz. John Kennedy Toole, onun kişiliğinde komik ama bir o kadar da sevimsiz, neredeyse fantastik bir roman kahramanı yaratmış. Kitabın basımını sağlayan Amerikalı yazar Walter Percy’nin ifadesiyle; “inanılmayacak kadar kılıksız, çılgın bir Oliver Hardy, şişman bir Don Kişot, aksi huylu bir Thomas Aquinas karışımı. Modern çağın her şeyine şiddetle karşı çıkan, zamanının çoğunu New Orleans’ın Constantinople Caddesi’ndeki evin arka odasında pazen pijamasıyla geçiren, ancak bir devden çıkabilecek geğirtilerle yellenmeler arasında Büyük Şef marka düzinelerce kâğıdı ağır sövgülerle dolduran” otuz yaşında genç bir adam.
Gelgelelim Ignatius kendisiyle fazlasıyla barışık. Hakkında yapılan spekülasyonlar bir dahiyi anlamaktan aciz alıkların kıskançlığından. “Görkemli fiziğim, karmaşık dünya görüşüm, sahip olduğum incelik ve beğeni, dünyamızı kaplayan çamurun ortasında bile soylu bir biçimde davranmayı sürdürüşüm” diye özetliyor şahsına yönelik çekememezliliğin nedenlerini..
Yürümeye beş yaşında başlayabilmiş, denge duygusu hiçbir zaman gelişmemiş, çocukluğundan beri hep düşmeye, tökezlemeye, çarpmaya eğilimli sakar Ignatius, üzerine titreyen annesi sayesinde, dedesinin sigorta parasını tüketmek pahasına kolejlerde okumuş, üniversiteyi bitirmekte hiç zorlanmamış.. Ne var ki mezuniyetinin ardından -New Orleans Halk Kütüphanesi’nde geçirdiği iki hafta dışında- hiç çalışmamış. Annesinin bütün yakarmalarına rağmen evde yayılıp oturmaktan ve televizyon izlemekten başka bir şey yapmıyor. Ve sonunda annesinin sabrı tükeniyor. Bütün sızlanmalarına rağmen iş başvurusunda bulunmaya razı oluyor Ignatius.
Ignatius’un köhnemiş bir pantolon fabrikasına cüzi bir ücret karşılığında bulduğu iş, siyah işçileri kışkırtması üzerine sona eriyor. Ardından tam gönlüne göre bir iş buluyor Ignatius; seyyar sosis satıclığı. Ne var ki sosislerin çoğunu kendisi yediğinden bu işten de eve maddi bir katkı sağlayamıyor. Annesi ise hayatında ilk kez bir arkadaş çevresi edinmiş, talipler bulmuş ve artık oğlunun tedaviye ihtiyacı olduğunu kabullenmiştir. Ignatius acil bir karar vermek zorunda kalacaktır...
Amerikan tarzı entelektüel
Toole, Ignatius’un gündelik hayata ayak uydurmak için giriştiği hamleleri Don Kişotvari maceralara çevirmiş. Üniversite yıllarından beridir, her kalkıştığı eylemi bir gösteriye çeviren, eylemlerin sönüklüğünü kendine has felsefesi ve süslü sözleriyle renklendiren, kendisinden gayrı her şeyi, herkesi yerin dibine sokan roman kahramanı Amerikan üniversitelerinde konuşlanmış 60’lı yıllar entelektuellerinin parodisini barındırıyor. Sadece Ignatus değil; uzatmalı sevgilisi, zengin babanın sosyalist kızı Myrna Minkoff da parodik bir figür. O dönemin moda düşünce akımları ve onlara kapılan entelektüellerle Myrna üzerinden dalgasını geçiyor Toole...
Toole’un  eleştirisinden nasiplenmeyen hiç kimse kalmamış. Mesela “gerçeklerle yüzyüze gelememek bütün Amerikan ‘sanatının’ özelliği. Amerikan sanatıyla Amerikan doğası arasındaki herhangi bir bağlantı, tam anlamıyla rastlantısaldır, nedeni de bütün ulusun gerçeklerden uzak oluşu” tespitini yapıyor Ignatius. McCarth döneminden miras komünist düşmanlığının, Amerikan tipi hayatın budalalığının, işçilerin ve siyahların maruz kaldığı sömürünün, adaletsizliğin farkında. Ne var ki farkındalık eyleme ve çözüme yöneltmiyor Ignatius’u; “sübabı” kapanıveriyor. Kısacası görüyor, üzerine düşünüyor ama mücadele etmek yerine boyun eğiyor. Ignatius’u günümüz orta sınıf entelektüelinin prototipi olarak düşünebilirsiniz.
Ignatius’u çok öne çıkardım. Oysa romanda dikkat çeken, hikâyeyi renklendiren çok sayıda karakterle karşılaşıyoruz; Toole’un romanının kesinlikle küçümsenemeyecek niteliklerinden biri de New Orleans’ın arka sokaklarını, tuhaf konuşma tarzını ve beyaz yerlilerini tanımlayışındaki ustalık; Rastus’un halk ozanlığını hiç çağrıştırmadan, o alabildiğine zeki ve cin fikirli, son derece komik zencideyse neredeyse olanaksızı başarmış.
Gargantua ile Oblamov karışımı grotesk bir roman kahramanını neşeli hikâyesi diyebilirim Alıklar Birliği için. Oysa romanı okurken neşenin yanında hüzün de birikiyor.
Kaynak:
http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/olaganustu-bir-dahinin-harikulade-maceralari-401384
Yankı Enki  
Sabit Fikir 06.2014


"Katilimi Arıyordum" diyen kahramanın peşine düştüğü bu katil, sadece kendisinin katili midir?


Derviş Şentekin’in ilk romanı, öncelikle adıyla çekmişti dikkatleri. Hatta, Beş Parasızdım ve Kadın Çok Güzeldi gibi ilginç bir başlığa sahip olan bu roman, daha önce polisiyelerle yolu kesişmemiş okurların da ilgisini uyandırmayı başarmıştı. Şimdi bu ilk romandaki kurguyu tamamlayan bir Şentekin kitabı daha var karşımızda: Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum. İlk romanı okuyanların kesinlikle okuması gereken bu kitabı, ilginç bir şekilde, ilk romanı okumayanlar da okuyabilir rahatlıkla. Bu kez, belki de adında “katil” sözcüğü geçtiği için polisiye etiketini yapıştırmamız daha kolay görünüyor.

İsimsiz kahramanımız bu sefer, kendi katilinin peşinde. “Katil kim” kurgusu polisiye edebiyatın alt türlerinden biridir. Derviş Şentekin’in romanıysa tabiricaizse bir “katilim kim” romanı ve bu bağlamda yazarın polisiye edebiyatta postmodern bir hamleye başvurduğunu iddia etmek mümkün. Katilini arayan bir kahramanı olduğuna göre, romanın bir ölümle başlaması da kaçınılmaz. İşte ilk romanı okuyanların bunu kesinlikle okuması da bu yüzden gerekiyor. İlk kez bir Şentekin romanı okuyacaklar için de diyebiliriz ki, okuru sıkmadan, hızla kalkan bir perdesi var bu kurgunun. Aşağı yukarı son perdesine kadar da aynı tempoda ilerliyor hikaye. Yer yer aksiyonun yükseldiği, beyazperdeye uyarlansa yakışır diye düşündürten sahneleriyle birlikte duygusallığın önplana çıktığı ama hikayenin akışından koparacak derecede bir dengesizliğin oluşmadığı, sürükleyici ve bol diyaloglu bir polisiye bu.

Oldukça yerli, “bizden” bir öykü okuduğumuz hissine kapıldığımız için olsa gerek, daha ilk sayfadan itibaren edebi bir misafirperverlikle karşılayan bir metin çıkmış Şentekin’in kaleminden. Tıpkı eski bir Yeşilçam filminin bizi “damardan” yakalaması gibi, okurunu gönülden vuran bir polisiyeyle karşı karşıyayız; ki akla hitap eden bu edebi türün gönülden vurması pek ender görünür.

Toplumsal yaralar


Katilini arayan kahramanımız, kendisini kimin hangi sebeple öldürmeye çalıştığını çözmeye uğraşırken, öykü de bir intikam öyküsüne dönüşüyor. Çevresinden edindiği bilgilerle hiç ummadığı bir yola giren ve eski bir istihbaratçı olan kahraman, kendisi dışında gelişen olayları öğrendikten sonra hayatıyla ilgili yaptığı planlardan vazgeçip katilinin peşine düşmeye karar veriyor.

Elbette, buraya kadar söylenilenlerden de anlaşıldığı üzere, Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum için tipik bir polisiye diyemeyiz. Öyle bir roman ki bu, yazarı sıkı bir polisiye hayranı olmadığını açıklasa dahi şaşırmayız. Batılı bir edebiyattır çünkü bu. Aydınlanma Çağı, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi ve akılcılık ile uzun süreli bir ilişki yaşamış Batı uygarlığının duygu ve düşünce yapısının yansıdığı, 20. yüzyılda da birçok alt türünün ortaya çıktığı “akıl” odaklı bir akımdır. Temelde gizemdir asıl sorun. Çözülmesi gereken bir vaka vardır. Kahramanımız bir dedektif, casus, katil ya da daha yakın dönemlerde görüldüğü üzere sıradan bir insan da olabilir. Bu noktada neyin anlatıldığı değil, nasıl anlatıldığı önem kazanmıştır polisiyede. Böylece iyi polisiyeyi kötü polisiyeden ayırmak da mümkün olmuştur. Derviş Şentekin de, ne anlattığına değil nasıl anlattığına bakılması gereken bir roman sunuyor bize.

Olayların paralelinde toplumsal yaraların da hesabını tutuyor yazar. Bu roman, kahramanımızın bireysel hesaplaşmasının öyküsü bir yana, Türkiye tarihinin yakın geçmişindeki karanlık siyasi tabloyu da oldukça aydınlatıyor. Türkiye’de polisiye dediğimizde ilk akla gelen yazar olan Ahmet Ümit, şöyle yazıyordu İnsan Ruhunun Haritası adlı kitabında: “Gizemli suç, polisiye roman için yalnızca basit bir malzeme değil, aynı zamanda yazarın üslubunu da belirleyen bir ana maddedir. Gizemli suçu anlatan romanların, klasik polisiye, kara roman, casus romanları, gerilim romanları olarak kendi arasında türlere ayrılması da bu yüzdendir. ‘Kara Roman’ bunların arasında oldukça özgün bir konuma sahiptir. Klasik polisiye; çok bilinmeyenli bir cinayet bilmecesinin çözümüne dayanır, casus romanları devlet ya da şirketler düzeyinde işlenen bir suçun açığa çıkarılması ekseninde gelişir, gerilim suç işleme anının ya da suçlunun yakalanma anının ayrıntılarından oluşur, ‘Kara Roman’ ise suçun ekonomik ve sosyal nedenleri üzerinde yükselir.” Ahmet Ümit’in tespitine dayanarak düşündüğümüzde, Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum’un kara roman özellikleri taşıyan bir suç romanı olduğunu söyleyebiliriz. Yeri gelmişken, son yıllarda özellikle yabancı dillerden çevrilen polisiyelerin birçoğunun gerilim romanı olarak tanımlanması gerektiğini, Şentekin’in kitabının ise kesinlikle bir gerilim romanı olmadığını da açıkça belirtebiliriz.

Bu kahraman neden beş parasız ve neden

katilini arıyor?


Bahsettiğimiz bu kara roman özelliği, aslında anlatılan öykülerin yerelliğini de öne çıkarıyor, ancak sadece yerelde kalması gibi bir sınır da getirmiyor elbette. Yıllardır ABD’deki bütün çetelerin, uyuşturucu ağlarının ismini öğrendik ve kara roman kültürü sayesinde suçun insana ne yaptığını, ne yaptırdığını gördük. Diğer yandan son yıllarda yükselişe geçen İskandinav polisiyelerinde de, arka planda yükselişe geçen bir milliyetçiliğin sebep olduğu cinayet romanları okuduk. İşte bu “kara” sıfatı da buradan geliyor zaten, bahsedilenlerin gerçek olmasından. Derviş Şentekin de, kara bir gerçeğin öyküsüyle birleştiriyor gizemli suç öyküsünü.

Gelin kitabın ismini tekrar yavaş yavaş okuyalım: Beş Parasızdım ve Katilimi Arıyordum. Bu kahraman neden beş parasız ve neden katilini arıyor diye sorduğumuzda, kitabı okuyanların da göreceği gibi, az önce tanımlamaya çalıştığımız kara romanın yolunda buluyoruz kendimizi. Bazı polisiyeler vardır, tek bir kişinin işlediği suçun gizemini aydınlatır, bazı polisiyelerse tek bir vakayla sayısız karanlık suçun hesabını sorar. İşte böyle “kararır” bir polisiye. Henüz kitabı okumayanları da düşünerek şu soruyu da sorabiliriz: “Katilimi Arıyordum” diyen kahramanın peşine düştüğü bu katil, sadece kendisinin katili midir?

Kaynak:
http://sabitfikir.com/elestiri/katilim-kim
Yankı Enki 
Remzi Kitap Gazetesi 05.2014

Kitabın başlığı, onun bir klasik olmasını, yazılmasının üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman geçse de sıklıkla yayımlanmasını ve merakla okunmasını sağlayabilir mi? Paul Lafargue’ın “Tembellik Hakkı” başlıklı kitabı söz konuysa evet. Fransız yazar Lafargue’ın 1883 yılında hapishanede kaleme aldığı bu kısacık metin, aslında uzun çalışma saatlerine karşı yazılmış bir manifestodur. Marx’ın damadı olmak lüksüne erişmiş bir sosyalist olan Paul Lafargue, belli ki emeği sömürülen işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda iddialarla doldurduğu bir eser bırakmıştır geriye, ancak bu kitap, “Tembellik Hakkı” yerine “İşçi Sınıfının Sömürüsü” ya da benzeri başka bir başlık taşısaydı, bugün klasik dediğimiz eserlerin yanında değil, sol literatürün ünlü kitapları arasında yerini alabilirdi. Böylesi iddialı bir isim, bugünkü burjuvaziye, orta sınıflara, hatta halihazırda çalışmayan, hatta çalışmayı mesleki çalışmadan ayrı olarak değerlendiren herkese, sözgelimi ödev yapmayı sevmeyen öğrencilere bile sesleniyor.

Sol literatür dediğimizde herhalde aklımıza ilk olarak Marx ve Engels imzalı “Komünist Manifesto” gelecektir. Muhtemelen sol görüşlü okurların ya da sempati duyanların ilk okuduğu kitaplardan biri oldu bu eser. Ayrıca, bu manifesto da tıpkı “Tembellik Hakkı” gibi kısacık bir metindi. Başlığında “komünist” sözcüğü geçmeseydi, belki daha da fazla okuru olacaktı, tıpkı “Tembellik Hakkı” gibi. Lafargue’ın eseri daha genel bir okurun kitabı oldu, halbuki o da en az “Komünist Manifesto” kadar belli bir kitlenin ideolojik meselelerini ele alıyordu.

Kırmızı Kedi’nin Işık Ergüden çevirisiyle, güzel bir kapakla ve kaliteli bir baskıyla yayımladığı kitap, Türkçede daha önce de defalarca okurla buluştu ve görünen o ki buluşmaya devam edecek. En başta dediğimiz gibi, eserin adı zaten okuru davet ediyor. Ancak bir de diğer tarafından düşünmek gerekli. “Tembellik Hakkı” başlıklı bu kitap, okuruna vaat ettiği okumayı sunuyor mu? Kısacası, Lafargue okurunu tatmin edebiliyor mu?

Lafargue’ın şaşırtmacalı bir eseri bu. Oldukça saldırgan, bazen ironik, hatta yer yer komik. Yazarın politik olarak durduğu konum elbette belli oluyor, ancak “Tembellik Hakkı”nı 19. yüzyılın ironi anlayışıyla örülü eleştirel bir metin olarak mı okuyacağız yoksa “Komünist Manifesto”yu okuduğumuz gibi, biraz daha ciddiyetle mi yaklaşacağız bu metne? Bu sorularımız özellikle bugünün okurunu ilgilendiriyor. Klasikler bağlamında bunu tartışmamız da bu yüzden, çünkü az önce belirttiğimiz gibi, bir eser yüz yıl sonra da aynı şekilde okunabiliyorsa, zamanı ve mekânı aşan bir eser olabiliyorsa “klasik” diyoruz ona.

Lafargue, geçmişten seçtiği birkaç “tembellik” örneğiyle başlıyor bu kitaba. İspanyolların çalışmayı köleliklerin en kötüsü olarak görmelerinden, Yunanlıların da çalışmaya iyi gözle bakmadığından, antikçağ filozoflarının, hatta Hz. İsa’nın tembelliğe düzdüğü övgülerden hareketle sözü proletaryaya getiriyor ve çalışmayı kötülüklerin anası olarak gösteriyor.

Yazar, ikinci bölümdeyse çalışmanın kutsanmasına ilişkin örnekler veriyor ve sonuçta proletarya için şu kanaate varıyor: “Veremli İnsan Hakları’ndan binlerce kez daha soylu ve daha kutsal olan Tembellik Hakları’nı ilan etmeli; günde sadece üç saat çalışmaya, aylaklık etmeye, günü ve gecenin geri kalanında âlem yapmaya kendini mecbur kılmalıdır.” Bu noktada, kitabın ilerleyen sayfalarında da savunacağı çok önemli bir hedefle geliyor Lafargue: “İşçilerin çalışmaya olan saçma sapan tutkusunu yenmek gerektiğini ve onları ürettikleri malları tüketmeye mecbur etmek gerektiğini kanıtlamak.”

Aslında Lafargue’ın en önemli fikir ve yorumlarının olduğu bölüm, “Aşırı Üretimin Sonuçları” başlıklı üçüncü bölüm.

Burada yazar, işçi sınıfını daha temellendirilebilecek eleştirilerle ele alıyor. Özellikle makinenin gelişimi ile işçilerin verimi arasındaki ilişkiden bahsediyor ve proletaryanın beyninin yıkanmasına nasıl izin verdiğine dikkat çekiyor. Rakamlarla tezlerini güçlendiriyor ve çalışmanın işçi sınıfı tarafından savunulacak bir kavram haline nasıl geldiğini ve aynı şekilde tembelliğin uzak durulması gereken bir şeye dönüştüğünü gösteriyor. Kapitalizmi eleştirdiği en değerli cümlelerinden biri de şu belki: “Kapitalist üretimin büyük sorunu, üretici bulmak ve bunların gücünü misliyle arttırmak değil, tüketiciler keşfetmek, onların iştahlarını kışkırtmak ve onlar için yapay ihtiyaçlar yaratmaktır.”

Fransız yazar, sözü İngilizlerin “insan üretkenliğini arttırmak için çalışma saatlerini azaltmak” yoluna gidebildiğine ancak Fransızların bunu beceremediğine getiriyor. Hatta o sıralarda yeni gelişmekte olan Amerikan ekonomisini de Fransa’yla karşılaştırma yapmak için örnek gösteriyor: “Amerika’da makine, tereyağı yapımından buğday çapalamaya dek, tarımsal üretimin bütün dallarını istila etti. Neden? Çünkü özgür ve tembel Amerikalı, Fransız köylüsünün sığır gibi hayatındansa bin kez ölmeyi tercih eder. Sağı solu tutulan çiftçileriyle ünlü muzaffer Fransa’mızda son derece zahmetli bir iş olan çiftçilik, Amerika’nın batısında, oturup uyuşuk uyuşuk pipo içerken açık havada geçirilen hoş bir zamandır.” Eserini makineye sunduğu övgülerle bitiriyor Lafargue. Ondan “Tanrı” diye bahsediyor.

Sonuçta, saf düşüncelerle yazılmış, basit bir metin “Tembellik Hakkı”. İşçi sınıfına ve önderlerine bir farkındalık aşılama gayretinde olan, bugün kullandığımız anlamda “liberal”, ama tartışmalarının temeli bağlamında sosyalist bir eser. Eğer bir tembellik hakkından bahsedeceksek, bu hakkı proletaryaya veriyor Lafargue, tembelliğin de hakkını verebilecek olan proletaryaya… Bir klasik eserin okur kitlesini düşündüğümüzdeyse, kafamızdaki soru yerini koruyor: “İşçi sınıfı” olarak etiketleyemeyeceğimiz genel okur böyle bir eserin hakkını verebilir mi?

Kaynak:
http://www.remzi.com.tr/kitapGazetesi.asp?id=3&kayitID=0&ay=5&yil=2014&bolum=12&sayfaNo=1
Elif Şahin 
Cumhuriyet Kitap Eki 24.07.2014

Amerikalı yazar Herman Melville’i o meşhur eseri Moby Dick’le hatırlar, anarız daha çok. İlk yayımlandığında hiçbir ilgi görmeyen, eleştirmenlerce çokça eleştirilen, ama ne ki sonradan edebiyat tarihinin en mükemmel romanı payesini elde eden; Moby Dick… Oysa Moby Dick kadar nam salmasa da en az onun kadar kıymetli bir eseri daha var Melville’in; Katip Bartleby. Daha önce farklı yayınevleri tarafından yayımlanan Kâtip Bartleby, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yeniden basıldı. Okurla ilk kez1856 yılında buluşan, ancak yazarın ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra değeri anlaşılan roman, bugün modern Amerikan edebiyatının başeserlerinden biri olarak kabul görüyor…

Mütemadiyen tekrarlanan varoluşsal replik
Melville,19. yüzyılda kaleme aldığı; ironi yüklü eşsiz eseri Kâtip Bartleby’de düzen bozucu/düzene başkaldıran, sıra dışı, uyumsuz, pasif direnişin sembolü sayılabilecek bir antikahraman yaratmıştır. Romana da ismini veren Kâtip Bartleby, her ne kadar sıradan, silik bir kişilik olsa da -adeta bir hiç gibi- mütemadiyen tekrarladığı o varoluşsal repliğiyle hayli karizmatik bir karaktere dönüşüyor okurun gözünde. Wall Street’teki bir mühürdarlık bürosunda hukuki belgeleri kopya etmektir Bartleby’nin görevi. Öyle ağır bir iş değil hani. Bir kâtip işte kendisi... Ama gelin görün ki kendisine verilen görevleri asla yerine getirmiyor Bartleby; patrona ve elbette sisteme karşı büyük bir direniş sergiliyor! Yerine getirmesi istenen her iş karşısında “Yapmamayı tercih ederim” diyor bu uyumsuz kâtip. Ha sanmayın ki beceriksiz bir adam; sanmayın ki elinden bir iş gelmiyor. Başlangıçta gece gündüz, deliler gibi çalışıyor. Bu minik romanda tüm hikâyeyi, büronun sahibi olan avukattan yani patrondan dinliyoruz ve Bartleby’nin bürodaki ilk günlerine dair şöyle diyor anlatıcımız: “İlk başta, Bartleby inanılmaz miktarda yazdı. Uzun zamandır yazmak için yanıp tutuşmuşçasına belgelerime saldırıyordu. Hiç durup dinlenmedi. Gece gündüz çalıştı, mum ışığında yazdı da yazdı”. Donuk donuk, makine gibi yazıyordu. Ama gün oldu devran döndü; o hareketsiz, o soluk benizli Bartleby, patronunu dumura uğrattı, dehşete düşürdü. Alt tarafı küçücük bir belgeyi birlikte kontrol etmeyi istemişti patronu Bartleby’den. Ama ne dese beğenirsiniz bu sıra dışı kâtip? “Paravanın arkasında oturduğu yerden son derece yumuşak, ama kararlı bir sesle, ‘yapmamayı tercih ederim” diyordu! Bu durumda patronun yaşadığı dehşeti düşünün artık… Ve bu daha başlangıçtı; bundan böyle tercihini hep yapmamaktan yana kullanacaktı Kâtip Bartleby… Öyle ki sistemin bir çıbanbaşı olarak gördüğü Bartleby, tıkıldığı hapishanede tek kişilik bir açlık grevi yapacak ve böylece orada bile itaat etmemeyi tercih edecekti!

‘Küçücük birey’ sürüden ayrılmayı tercih ediyor
“Her seçiş bir vazgeçiştir” Jean-Paul Sartre’ın dediği gibi.  Tercihleriyle, seçimleriyle varolur insanoğlu. Bir insanın hayata bakışını, durduğu noktayı ele verir tercihleri. Bazı şeyleri yapmayı ya da yapmamayı seçeriz. Ve bu seçimimiz doğrultusunda ‘bağzı’ şeylere sırtımızı dönmüş oluruz.  Lakin “Yapmamayı tercih ederim” demek öyle kolay değildir. Elbet biraz yürek ister, düzene karşı gelmeyi ve biraz Bartleby olmayı gerektirir. Kimileyin ölümü bile göze almayı gerektiren meşakkatli bir tercihtir velhasıl… Herman Melville’in Katip Bartleby’si, işte bunu yapıyor; ölümü pahasına bile olsa “yapmamayı tercih ediyor” ömrü boyunca. … Kapitalizmin başkenti Amerika’nın tüm dünyaya hükmeden, her bir insanı köleleştiren üssü Wall Street’teki büroda, bu sistemin çarkını döndürmemek adına sessiz ama kararlı bir itiraz/isyan/direniş sergiliyor Bartleby. Bu ‘küçücük birey’, sürüden ayrılmayı tercih ediyor, yapmamayı tercih ediyor…
Melville’in, roman kahramanı Bartleby’ye söylettiği ‘yapmamayı tercih ederim!’ cümlesi; Kafka’dan, Beckett, Derrida ve Deleuze’e kadar pek çok yazarın, filozofun, entelektüelin yazınını etkiledi. Melville’in yarattığı düzen/sistem karşıtı, sıra dışı, uyumsuz, yalnız ve her daim protestocu kahramanı Bartleby ve o unutulmaz repliği şu günlerde bir kez daha anlam kazandı diye düşünüyorum. 19. yüzyıl vahşi kapitalizminin hüküm sürdüğü Soma’daki katliamdan sağ çıkmayı başaran madencilerin de birer Bartleby olabilmesini, “tekrar o madene inmemeyi tercih ediyorum” diyebilmesini diliyorum… Yapmak ya da yapmamayı tercih etmek; işte bütün mesele bu!. Ama öyle kolay değil… “Ah Bartleby! Ah insanlık!”… 


Sibel Oral
Cumhuriyet Kitap Eki 29.05.2014

Sylvia Plath denince akla ilk gelen eserlerinden önce hep intiharı oldu şüphesiz. Ve tabii şair eşi Ted Hughes’la olan ilişkisinin onu nasıl yaraladığı… Birçok “hassas Plath okuru” için Hughes, Plath’ın o son seçiminin mimarı gibidir. Aslında iyi bir şair olan Hughes’un Plath sicili kabarık. Türkçede de yayımlanan Doğum Günü Mektuplar’ındaki o şahane, aşk dolu cümleler bile affedici olamaz.
“Sadece içimde susmak istemeyen bir ses olduğu için yazıyorum,” diyerek yaşasa da Plath, yazdıklarının da susturulacağından bihaber son verdi hayatına. Kafasını bir gaz fırınının içine soktu. 1963′de, henüz otuz bir yaşındayken, Ted Hughes’tan resmen olmasa da aylar önce ayrılmışken… On yedi yaşından itibaren günlük tutmaya başlamış, ölümüne kısa bir süre kala, 1962′de bırakmıştı yazmayı. Şairin on iki yılını anlatan günlüklerden ilki, bir hayli sansürlenmiş ve kısaltılmış haliyle 1982′de dünya okurlarıyla buluştu. Bu sansürde parmağı olan tek bir kişi vardı; Ted Hughes’un ta kendisi. Çocukları Frieda ve Nicholas’ın etkilenmemesi için günlüklerin son bölümünü imha ettiğini söylüyor Hughes. Diğer günlüğün ise Plath’in ölümünden birkaç yıl sonra ortadan kaybolduğunu, muhtemelen çalındığını (!) iddia ediyor. Kim çaldı, gerçekten çaldı mı, çaldıysa e hadi ne zaman ortaya çıkacak, elbette bilmiyoruz. Durum yeterince şaibeli anlayacağınız…
Sylvia Plath’ın günceleri aslında 1998′de Türkçede yayımlanmıştı. Geçenlerde, Kırmızı Kedi etiketiyle yayımlanan Günlükler genişletilmiş yeni çeviri ile okur karşısında. Plath’ın güncelerinin tam ve eksiksiz metni, Sylvia Plath Koleksiyonu’ndaki yirmi üç orijinal el yazmasından oluşuyor. Daha önceden yayımlanmamış dört yüzden fazla sayfa içeren bu yeni baskıda anlaşılıyor ki Ted Hughes’ün sıkıntıdan ve maruz kalmaktan kurtarmak istediği tek kişi kendisiydi. Güncelerin tam ve eksiksiz olarak sunulan baskısında Plath’ın Smith College yılları, Ted Hughes’le evliliği, Northampton, Massachusetts ve Bostan’daki iki yıllık öğretmen ve yazma tecrübeleri anlatılıyor. Şairin kişisel ve edebi mücadelelerinin ne boyutta olduğu çok açık. Çoğu zaman mutsuz, sürekli kendiyle didişen bir kadın var karşımızda. Yazar, şair bir kadın. Ve evet, yalnız, aldatılmış, yıkılmış bir kadın. Kendiyle, dünyayla, yazmakla, yazamamakla meselesi olan bir kadın. 1959′da ait güncesinin son girdisi ise Plath’ın şiirlerindeki o karmaşıklığı yansıtıyor: “Kötü bir gün. Kötü bir zaman. Ruh hali çalışmak için en önemli şey. Şiirin kendisinin, öykünün kendisinin yattığı o gamsız, hevesli, istekli ruh hali çok mühim.” Bu cümle, yeni yayımlanan Günlükler’in de “Ekler” kısmından önceki son cümlesi. Merve Sevtap Ilgın’ın Türkçeye kazandırdığı bu kitap, Oğlak Yayınları’ndan Şadan Karadeniz’in Türkçesiyle okuduğumuz güncelerden içerik olarak biraz daha farklı çünkü bu metinde Plath’in daha önce okumadığımız notlarını da buluyoruz.


SIRÇA FANUS’UN ALTINDA
Günlükler önemli. Yazının başında belirtmeye çalıştığım o hassasiyet boşuna değil. Sadık Plath okuru da en az Plath kadar arızalı bir ruha sahip. Zamanında anlaşılmadığını, iyi olmadığını düşünen Plath, ölümünden sonra böyle bir okur kitlesine sahip olacağını -mezar taşındaki Hughes soyadını silecek kadar arızalı bir okur- tahayyül edememişti yüksek ihtimalle. Kendinden sürekli şüphe duyuyordu. Hem sadece yazdıklarından ya da yazamadıklarından da değil; kendi hayatından da… “Ruhumun paramparça, sersem, bayağı olduğunu hissederken yazdıklarımı geliştirmek mi? Ben neden yapabildiklerimin keyfini çıkaracak kadar kibirli olup korkusuz olamıyorum?” Ve kıskandığını da itiraf ediyor Plath: “Benden daha derin düşünebilenleri, daha iyi yazanları, daha iyi çizenleri, daha iyi kayak yapabilenleri, daha iyi görünenleri, daha iyi yaşayanları, daha iyi sevenleri kıskanıyorum.”
Plath’ın tüm külliyatını okumuş biri bu Günlükler’i okuduğunda bütün o şiirlerin ve Sırça Fanus’un nasıl bir hassas ruhtan döküldüğünü daha iyi anlayacak. Ha, zaman zaman sinir bozucu olduğunu da kendi adıma itiraf edeyim. İlk baskısını okurken de aynı hissi yaşamıştım. Bu sinir bozucu hal, aslında Plath’ın anlatımından değil hayatının ta kendisinden kaynaklanıyor . Ve bir kadının nasıl yalnız kaldığından ve bu esnada kendiyle saç saça baş başa nasıl mücadele ettiğini belki de. Ama tabii “Ayağa da kalkabilirdin Sylvia, başarabilirdin Sylvia ve kızıl saçlarınla doğrulabilir, küllerinden yeniden doğardın Lady Lazarus” diyebilir okur. Ama kendi de Sırça Fanus’ta dediği gibi “Çünkü nerede olursam olayım – bir gemi güvertesinde, Paris‘te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’da- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktı…” İşte zaten Günlükler’in toplamına baktığımızda tüm bu boğulmuşluk hissini anlıyoruz. Elbette bu günlükler Plath’ın edebiyatının ipuçlarını taşıyor. Belki ipucu kelimesi çok zayıf kalır, bu günlükler gerçekten Plath’ın edebiyatından kaçırdıklarımızı gözler önüne seriyor. Tabii bu günlük meselesi biraz da tartışmalı.


GÜNLÜKLER NE KADAR GEREKLİ?
Ted Hughes, Grand Street dergisinde “Sylvia Plath ve Günceleri” adını verdiği yazısında Plath’in güncelerini okuyanlardan bahseder ve neden günlük olaylardan bahsetmediğini sorguladıklarını düşünür ve onlara şöyle der: “Aslında bu notları tuttuğu dönemde tuhaf maceralar yaşardı, ilginç şeyler başına gelirdi ama bunlar güncelerinde yer almazdı. Sayfalara kendini anlatmaya başladığında iç dünyası ve düşünceleri kaleme zapt eder, başka bir şey anlatamaz olurdu.”
Observer’da yazan Jacqueline Rose, Plath’ı çok sevdiği için/çok sevmesine rağmen onun iç dökümlerini okumaya o kadar da istekli değil, hatta bu güncelerin (Hughes’ün kaybettiği/ yok ettiği iki günce hariç) yayımlanmasının da bir şeyleri çözmediğini, çözmeyeceğini söylüyor. Sunday Times’ta yazan John Carey ile London Evening Standard’da yazan David Sexton ise Plath’in yaşamıyla ilgili okuduklarını onun hayat hikâyesiyle bağdaştırma konusunda istekliler. Bu iki eleştirmene göre; bu günceler, Plath’in dengesiz, katlanılmaz ve muhtemelen talihsiz bir kader mahkumu olduğunu gösterdi. Ayrıca bu iki eleştirmene göre, Hughes, Plath’in ölümüyle ilgili olarak otuz yılı aşkın süredir feministlerin kendisine yönelik suçlamalarını ve hakaretlerini hak etmedi.
Aslına bakarsanız tartışmaya o kadar da gerek yok. Sylvia Plath’ın Günlükler’i kıymetli. Çünkü o kısa hayatında boğuntularla geçen gece ve gündüzlerinde bir şeyler oldu Plath’a. Kötü şeyler. Kaldıramadı, kaldırmak istemedi. Daha uzun yaşasaydı, yaşamak isteseydi kim bilir belki daha çok eser veren bir yazar olacaktı. Olmadı mı? Bir yerde oldu, işte bu Günlükler bunun en somut kanıtı. İçinde susmak istemeyen ses sustuğunda belki, bu günlükleri yazdı. Aslında susmamak için yazdı ve eteğindeki taşları döke döke fısıldadı kulağımıza: “Yazmak bir çıkış yolu değilse başka nedir?”
Kaynak:
http://www.sibeloral.com/yazmak-bir-cikis-yolu-degilse-baska-nedir/
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/kitap/77415/Sylvia_Plath_in_dunyasi___Gunlukler_.html


31 Temmuz 2014 Perşembe

Melisa Ceren Hasmaden
Remzi Kitap Gazetesi 08.2014

Aşk, sırlar ve ihanet üzerine etkileyici bir yaz romanı. Kumsalda, bir şemsiyenin altında uzanmış, fotoğrafın dışında kalan bir noktaya bakarak gülüşen iki genç kadının yer aldığı kapaktan böyle bir vaatte bulunuyor roman. Kitabın New York Times Bestseller listesinden olduğu da manşetten vurgulanmış. Arka kapaktan ise “Yalnız Kadınlar Yazı”nın, People Magazine, Vanity Fair, O: The Oprah Magazine ve Good Housekeeping dergileri tarafından “yazın okunacak en iyi kitaplardan biri” seçildiği duyurulmuş.Tüm bunların birer pazarlama numarası olduğu aşikâr. Ne de olsa enikonu iddialı bir bestseller var karşımızda. Asıl soru, romanın bu iddianın altını dolduracak nitelikte olup olmadığı. Bu soruya yekten yanıt vermektense adım adım ilerleyelim.

Önce hikâyeye bir göz atalım: Roman 1931 ve 1938 arasında gidip gelen bir anlatımla, bölümler halinde kurgulanmış. 1931 yılında anlatıcımız Lily ve onun çocukluk arkadaşı Budgie üniversite çağındadır. Lily ne kadar ağır başlı, ayakları yere basan, kısaca “düzgün” bir gençkızsa Budgie de o kadar uçarı, hercai, biraz fettan, kısaca “kötü kız”dır. Lily, Budgie’nin kendisini sürükleyerek götürdüğü bir futbol maçı ertesinde, Budgie’nin o zamanlarki sevgilisinin arkadaşı Nick’le tanışır. Lily ve Nick birbirlerini görür görmez ateşli bir aşka tutulurlar. Aşkları gün geçtikçe büyürken elbette karşılarına çeşitli engeller çıkacaktır. Sorun bir fakir oğlan-zengin kız çelişkisini hayli aşar. Zira Nick de Lily gibi köklü bir ailden gelmektedir. Sadece köklerin biri biraz dışarıdadır: Nick Greenwald bir yahudidir. Ayrıca 1929’da borsanın çöküşüyle Amerika’yı saran büyük buhran karakterlerimizin köklü ve zengin ailelerinin altındaki zemini bir hayli titretmiştir. Tüm bunlara biraz aile trajedisi ve çözümü romanın sonuna saklanan sırlar da (okumaya hevesliler için bu entrikaları ağzımdan kaçıracak kadar acımasız olmayacağım) eklenince Lily ve Nick boynu bükük âşıklar olarak ayrılırlar.

1938 yılında Lily ailesiyle her yaz yaptığı gibi Seaview’daki yazlıklarında tatildedir. Ama o da ne? Eski sevgili/nişanlı Nick, hayırsız dost Budgie’yle nikâhı bastığı yetmezmiş gibi yazı Seaview’da geçirmeye gelmez mi? Lily tüm bunları bir “fırtına öncesi sessizliği”yle karşılar. Nick’ten köşe bucak kaçarken, Budgie’nin dostluklarını tazeleme girişimleriyle başa çıkmaya çalışır. 1931’in kötü kızı Budgie 1938’de tam bir femme fatale olmuştur. Seaview’u yerle bir eden New England kasırgası yaklaşırken, geçmişin sırlarının birer birer ortaya dökülmesi Nick, Lily ve Budgie’nin hayatlarında da birer kasırga etkisi yaratır. Ve finalde bir ....... (kitabı okuyanlar buranın mutlu mu, mutsuz mu olduğuna kendileri karar versin) son okuru beklemektedir. Yazar 1944 yılına yaptığı bir sıçrama bölümüyle de finali pekiştirir.

Hikâye bestseller bir aşk romanından beklenebilecek her şeyi fazlasıyla veriyor okura. Nick ve Lily’nin aşkları, ayrı düşmeleri, karşılaşmaları, araya giren kara kediler ve diğer tüm dalaverelerle okuru hop oturtup hop kaldırıyor. Zaman zaman soluklanma izni verse de tansiyonu sürekli yüksek tutarak yarattığı dalgalanmalarla her bölümde okurun duygularına oynuyor.

Buradaki başarı yazarın bunu yersiz duygusal betimlemeler, bitmek bilmeyen monologlarla değil olay akışıyla kotarabilmesinde yatıyor.

Siz benim olayları böyle kronolojik özetlediğime bakmayın. Beatriz Williams 1931 ve 1938 yılları arasında paralel kurguda adım adım ilerlerken, “merak” unsurunu öncelikleri arasında birinci sıraya değilse de en azından ilk üçe almış diyebiliriz. Kurgu matematiği açısından oldukça başarılı olan ve Hollywood sineması ile arkası yarınlar arasında bir yere oturtabileceğimiz “Yalnız Kadınlar Yazı”nın her bölümü merakın zirveye tırmandığı noktada sonlanıyor. Böylece biz de tüm bu alavere dalavereleri romanın cici kızı Lily’le birlikte öğreniyoruz. Ancak Lily’nin etrafında dönen dolaplardan bu derece habersiz oluşu zaman zaman saflıktan alıklığa bir geçiş yapmasına neden oluyor ki, romanın kurgusu için zorunlu olan bu durumu her güzelin vardır bir kusuru diyerek sineye çekebilir okur. Bu kusurunu saymaksak oldukça başarılı bir kurguyla kotarılmış, bir aşk romanında neredeyse bir polisiyenin merak ve heyecan dozunu yakalayabilmiş “Yalnız Kadınlar Yazı”.

“Yalnız Kadınlar Yazı”nı benzeri bestseller aşk romanlarından ayıran önemli bir özelliği daha var ki, yukarıda kısaca değinmiştim, o da dönemi sadece bir fon olarak kullanmayıp, dönemin sosyo-ekonomik durumunu ve dünyayı bir felakete doğru sürükleyen politik gelişmeleri karakter tasarımlarına da sindirmesi. Hikâyenin kısa özetinde çok fazla spoiler vermemek için değinmesem de büyük buhran günlerinin sıradan haberlerine dönüşen intiharlar, dağılan aileler ya da bu girdaptan kurtulmak için göze alınanlar karakterlerimizin birinci elden tanık oldukları ya da deneyimledikleri olaylar olarak romanda yerini alıyor.

Nick’in sık sık karşısına çıkan Yahudi karşıtlığı ise Avrupa’da yükselen ve dünyayı ikinci büyük savaşa sürükleyen fırtınanın Amerika’daki gölgesi olarak romanda yer buluyor. Örneğin:

“Budgie’nin ses tonu, bu bilgiyi verirken, son derece kalın kafalı bir çocukla konuşan bir ebeveyninki gibi. Greenwald ismini duyan Budgie, bunun bir yahudi ismi olduğunu, görünmez bir çizginin kendi kaderi ile onunkini ayırdığını hiç düşünmeden bilir. Budgie benim bu önemli konulardaki cehaletime inanamıyor.”

Sonuç olarak, kurgusu, içeriğinin zenginliği, okuma kolaylığı ve sağlam altyapısıyla kesinlikle okunmaya değer bir roman “Yalnız Kadınlar Yazı”. Son sayfaya vardığınızda, ilk karşılaşmanızda (kapakta) vaat ettiklerini fazlasıyla yerine getiriyor.

Kaynak:
http://www.remzi.com.tr/kitapGazetesi.asp?id=3&ay=8&yil=2014&bolum=12