Soner Can
Star Kitap Eki 12.10.2013
Para ve iktidar tutkusu hırsı er ya da geç insanı kuşatır.
Buna direnmek için sahiden güçlü ve kararlı olmak gerekir.
Para ve güç ikliminde en çabuk pes eden kavram ise
'adalet'tir, hani şu yanı başımızda tutmayı beceremediğimiz, paraya ve iktidar
duygusuna sarındıkça kaçırttığımız 'adalet!
Büyük şair Nedim, bahardan (gençlik çağından) söz ederken
deyivermişti:
“Bir nim neşe say bu cihanın baharını”
Bu cihanın baharı yarıda kalıveren bir neşedir, pek bir
gelgeçtir.
Adalet de tıpkı Nedim'in baharını andırır. Bir an varlığını
hissettirse bile, Mahfuz'un Şemseddin'in hikâyesini anlatırken satır arasında
fısıldayıverdiği gibi pek bir kıymetlimizdir...
“Adaletin şefkatli gölgesinde elem kaybolur nisyanın kuytu
köşelerinde. Yürekler imanla dolar, içerken dut ağaçlarının ab-ı hayatından,
ilahilerin nağmesiyle zevk ederler, sözlerinin manasını anlamadan. Peki,
ilânihaye sürer mi yıldızların parlaklığı ve berraklığı?..”
Elbette sürmez!..
“Süreklilik mümkünse şayet niçin değişir mevsimler?” diye
Kadir'in bahsinde değişimin, kâh iyi kâh kötü ama kaçınılmazlığından dem vuran
yazar, on kahramanını da iyi ve kötü ile güreştirir. O on kahraman da bizler
gibi bazen iyinin bazen kötünün esiri olurlar. Kimilerinin yaptığı yanına kâr kalır,
kimi ise büyük bedeller öderler.
Bir miktar kötüye meyyal olsa da el-Naci soyu, aşkı hiçbir
zaman ıskalamaz. Hayatın tadını çıkarma konusunda da doğup büyüdükleri ve
canlarını verdikleri sokağa misal teşkil ederler.
Peki niye sayısız ibret vesikaları olmasına rağmen niye
istikrar çizgisinde hareket edemezler?..
Cevabı basit, dahası günümüzde gözümüze sokulası ibret
vesikalarında hayretler içinde izlediğimiz üzre: Ademoğlu parayı ve gücün
terkisine oturursa er ya da geç kokuşacaktır.
İşte bu adem, kısacık ömrü boyunca bedeninin üzerine
titremişken, cesetleşince organizmaların en çabuk ve en berbat kokuşanı olması
ne hüzünlü bir paradokstur.
***
el-Naci soyunun en tartışmalı oğullarından Celal, ölümsüzlük
peşine düştüğü vakit, aktar Abdülhalik'e “Ölümsüzlükten korkuyorsun” diyerek
alt etmeye çalışır sözüm ona. Fakat aktarın cevabı dramatiktir: “Kim korkmaz!
Kıyamet gününü görecek kadar yaşayacağımı hayal ediyorum da, bütün dostlarımı,
ailemi toprağa vereceğim, tanımadığım insanların arasında yapayalnız kalacağım,
oradan oraya sürüklenip duracağım, her yerden dışlanacağım...”
Abdülhalik'in ölümsüzlüğün rezilliğine dair diskuru Yeşil
Yol filminde Darabont, Paul Edgecomb'a (Tom Hanks) üç aşağı beş yukarı
söyletmişti. O film de zaten bir Stephen King romanından uyarlanmıştı. Yani şu
fani dünyada ölümsüzlüğü imkânsızlığı ve rezilliğini bir best seller romancısı
da akıl edebiliyor netekim.
***
Necip Mahfuz, bütün büyük hikâyelerini bir sokak panoraması eşliğinde kuruyor. Büyük yazarın bu tercihine sebep olan şeyin, onun hiç Kahire'yi terk etmemiş olması pekala mümkündür.
Ezilenlerin destanı da bir sokakta başlıyor, yüz yılı aşkın
bir süre (Öyle olduğunu tahmin ediyoruz. Çünkü romanda zaman kavramı son derece
spesifiktir) devam ediyor ve aynı sokakta sonlanıyor. Biraz ileride yine önemli
bir figür olarak el Hüseyin Camii var. Dergâhlar, türbeler, tekkeler, esrar
tekkeleri, meyhaneler birbirinin zıddı mekânlar olarak hikâye boyunca bir
görünüp bir kayboluyorlar.
Mutlak ölümsüzlüğü arayan Celal'in gördüğü bir rüya üzerine
inşa ettirdiği camisiz minare hariç, her şey iyinin ve kötünün yanında
muntazaman yerini alıyor. Minaresiz cami ise belki de firavunların piramitleri,
Babil Kulesi gibi tuğyanın sembolü olarak dikiliyor milletin tepesine. Bir gün
Aşur'ların sonuncusu onu yıkana değin halk ecinniler başlarına bela olur diye
ondan uzak duruyor. Camisiz minare yıkıldığında sokakta tiranlık belirsiz bir
tarihe kadar ilga olurken ahalinin başındaki ecinniler de dört bir yana
savruluyor.
***
Lakin, Necip Mahfuz, sokaktakileri niye 'ezilenler' olarak
vasıflandırıyor?
Öncelikle kadınları sebebiyle...
Sokağın kadınları ki kimileri hin fikirli, cin bakışlı olsa,
gözleri velfecri okusa da iyiliğin ve kötülüğün malzemesi olmaktan geri
kalmazlar. Birkaçını görmezden gelirseniz tamamına yakını itilip kakılmış,
aldatılmış, küstürülmüş ve mahrum bırakılmışlardır. Erkeklerin sopalarla ve
cüsseleriyle verdikleri savaşta onlar ancak 'tercih' edilebilir' varlıklar
olarak Mahfuz'un 'ezilenler' ordusunun saflarında yerini almışlardır.
Ezilenler'den kasıt başka kimler olabilir...
Belki çocuklardır. İnanılmaz bir sıklıkta yapılan sonra
sokağa sefaletin gayyasına sürülen, fakirlik içinde salya sümük çocuklar!
Belki de erkeklerdir. İşsiz, mesleksiz, sahipsiz, gece
gündüz çalışıp bir hırka bir lokma hayat süren, hastalıklarla boğuşan,
salgınlarda bile devlet tarafından hayvanca muameleye maruz kalan o
'tutunamayan'lardır.
Belki de topyekün sokağın kendisidir.
Can ve mal güvenliğinin olmadığı, kanunsuzluğun kol gezdiği,
sefaletin rutinleştiği, dolayısıyla zorbalığın hâkim olduğu sokakta herkes
kendi çapında ezilendir.
Hatta parası ve zorbalık yapacak kadar gücü olsa bile o
kokuşmuş sokağı terk edip gidemedikleri için sokağın zorbaları da birer
ezilendir.
Erkeği, kadını, çocuğu, zengini, fakiri, güçlüsü ve
çelimsiziyle hepsi birer ezilendir.
“Kahkaha ve gözyaşı aynı ölçüde mukadderdir” diyor, Necip
Mahfuz. Ezilenler'den çıkarılabilecek en büyük hayat felsefesi bu.