Babaannemin fooğrafını bulamadım; bir tane olacaktı ama galiba annemde kaldı. Onun yerine bir de çarşafsız anneanne fotoğrafı koyayım. Başına yemeni gibi bir başörtüsü de almış ama belli ki saçları dağılmasın diye. Solundaki dedem; kollarını anneannemin ve komşu teyzenin omuzlarına atmış olan annem; öndeki çocuklar da iki dayım ve teyzem. Galiba bu da 1950-51 yıllarında çekilmiş.
11.12.08
Çarşaflı Yok, Başörtülü Anneanne Olur Mu?
Babaannemin fooğrafını bulamadım; bir tane olacaktı ama galiba annemde kaldı. Onun yerine bir de çarşafsız anneanne fotoğrafı koyayım. Başına yemeni gibi bir başörtüsü de almış ama belli ki saçları dağılmasın diye. Solundaki dedem; kollarını anneannemin ve komşu teyzenin omuzlarına atmış olan annem; öndeki çocuklar da iki dayım ve teyzem. Galiba bu da 1950-51 yıllarında çekilmiş.
Bayram Havası
Bayramın ilk günü Shrek'in annesine kahvaltıya gittik, Süzmebal'ı babaanneye götürmüş olduk bahaneyle; sonra da eve döndük. Bizde bayram ziyareti bu kadardı işte. Annemle telefonda bayramlaştık; ertesi gün Erdek'e gideceksek akşam haber vermek üzere anlaştık.
Tedbir kararına göre dini bayramların ikinci günü sabah 9'dan son günü saat 20'ye kadar da alma hakkım var ya, Pazartesi akşamı kapıcıya telefon ettim, akşam Mammut'u balkonda gördüğünü söyledi. Benim zaten Salı sabahı 7 feribotu için biletim hazırdı. Shrek ise, sabah 7 feribotuyla gitmek için 5.30'da kalkmam yerine akşamdan Bursa'daki arkadaşlarımıza gidip kalmayı önerdi. Onların oğluyla Süzmebal oynar, sabah ben 7.30'da çıkıp Erdek'e giderim, Nemoyu alamazsam onlara katılıp avunurum, alabilirsem de üç çocuk biraz oynar, sonra kalkar hep beraber döneriz diye program yaptık. Akşam akşam ani bir kararla yola düştük.
Arkadaşlarımız dediğim de aslında ailenin babası Shrek'in çocukluk arkadaşı, ama hem ona hem eşine benim de kanım kaynamıştı. Bir de 2 yaşında kızları var ki lokum... o bir armağan. Gittiğimizde lokum kız uyumuştu. Biz geç saate kadar sohbet ettik. Sabah herkes uyurken ben kalkıp yola çıktım. Evleri Bursa'nın çıkışında olduğu için 1 saat 10 dakikada vardım Erdek'e. Koyu gri bulutlar, arasıra serpiştiren yağmur eşliğinde bomboş yolda araba kullanmak hoşuma gitti. Kendi kendime, yine herşeye kendi başına yetecek kadar güçlüsün dedim. 9'da icra memuruyla hükümet konağında buluşacaktık. Biraz erken gittiğim için kıyıdaki çay bahçesinde bir çay içtim. Kapalı havada deniz kenarında olmayı nasıl da severim... 9'da buluştuk icra memuruyla; rehber öğretmen ve taksi şöförü de geldi. Evleri 2 dk mesafede zaten. Perdeleri açık görünce ümitlendim yine. İcra memuru kapıyı çaldı. Babaanne ve yanında tanımadığım bir kadın kapıyı açtılar. Babaanne "Nemo yok, babasıyla Erzincan'a gittiler, baba köyüne" dedi. İcra memuru "ne zman gittiler?" diye sordu. Babaanne lafı dolandırdı biraz, "gittiler, tam ne zaman bilmiyorum, bayramı orada geçirecekler" dedi. Tutanağı imzalatıp ayrıldık hemen. Ben zaten tam onların katına çıkmadım bile, birkaç basamak aşağıdan dinledim, sonra da döndüm yürüdüm.
Bu arada yeni bir haber var; 5 sene önce evimi paraladığında şikayet etmiştim, kanıt ve tanık ifadeleri yeterli görülmeyip beraat ettiydi, biz de temyiz ettiydik, karar bozulmuş! Yani hakim yeniden inceleyecek ve muhtemelen hüküm giyecek. Para cezasına çevrilecek ama olsun. Ne yaparsa yapsın yanına kar kalmaması bana yeter. İncinmiş adalet duygum biraz olsun tamir oldu sanki...
Aynı yoldan döndüm Bursa'ya. Bu kez biraz daha yağmurlu, azıcık daha trafikli bir yolda. 10.30'da vardım. Geç kalkıp beni kahvaltıya beklemişler. Bütün gün lokum kızla oynayarak, annesi ve babasıyla sohbet ederek geçti. Çocuklar birlikte oynamaya doyamayınca bir gece daha kaldık. Akşam Bademli'ye yemeğe gittik. Çocuklar oradaki oyun odasında kurtlarını döktü. Lokum kız da kucaktan kucağa dolaştı. Ben bu kadar sıcakkanlı, bu kadar kendi kendine mutlu bir çocuk görmedim.
Çarşamba öğlen eve döndük. Bayramın kalanı bir sonraki öğün için ne pişireceğimi düşünerek, sonra onu pişirerek, sonra yiyerek, aralarda film seyrederek geçti. Geçen haftasonu bayram tatili için zeytinyağlı lahana dolması, zeytinyağlı yerelması ve ayva tatlısı yapmıştım; onları destekleyecek ana yemekleri yapmak yeterli oldu böylece.
Süzmebal bizde olduğu ve yaşından beklenmeyecek kadar büyük işi aksiyon filmlerini sevdiği için seyrettiğimiz filmler Batman Kara Şövalye, Hulk filan oldu. Bu tip filmleri sevmem aslında ama Hulk o türün kaliteli bir örneği. Edward Norton, Liv Tyler ve William Hurt'un oynadıklarını görünce ümitlenmiştim zaten, boşa çıkmadı.
Başka da hiçbir şey yapmadım, evden bile çıkmadım.
30.11.08
Ekler Deneyleri
Yarım saat sonra Erdek'teki icra memuru telefonumu çaldırdı; geri aradım hemen. Babaanne 3 günlük faranjit raporu bırakmış! Tedbir kararını mı okumadılar, yoksa benimle dalga mı geçiyor, sen istediğin kadar doktorları şikayet et, bak ben nasıl rapor alırım mı diyor bilmiyorum.
Haftasonu evde, çoğunlukla mutfakta, kalan zamanda internette pasta ve süsleme araştırması yaparak geçti. Haftaya alabilirsem diye Nemo'nun doğumgünü pastası için fikir arıyorum hala. Bu arada da bir sürü denemek istediğim fikirle karşılaşıyorum tabii. Mesela ekler...
Shrek'in en sevdiği şeylerden biridir ekler. Pelit'in muzlu ekpasına bayılır. Ben de arasıra tariflerine rastlar, bir gün denemeliyim diye düşünürdüm, ama hiç kalkışmamıştım. Araştırmalarım sonucunda gördüm ki, hamurun hazırlanması herkes tarafından aynı şekilde tarif ediliyor, pişirme içinse birbirine zıt pekçok yöntem önerilmiş. İlk yaptığım partiyi küçük fırında pişirdiğim için üç tepsi tuttu, ikinci partiyi büyük fırında pişirdim, o da iki tepsi, tahmin edersiniz ki her birinde ayrı bir pişirme yöntemini denedim:)
Hamuru gerçekten de kolaymış. 250 ml su ile 90 gr tereyağ küçük bir tencerede kaynattım. Önceden elediğim 1 cup un, 2 tatlı kaşığı toz şeker ve yarım çay kaşığı tuzu birden içine katıp iyice karıştırdım; karıştıra karıştıra 2-3 dk daha ateşte tuttum. Ateşten alıp mikserle çırparak birkaç dakika soğuttuktan sonra teker teker dört yumurtayı içine kırıp karıştırdım (ilk partide el blenderi ile, ikinci partide mikserle). Yağlanmış yağlı kağıt veya silpat üstünde krema sıkacağıyla parmaklar, iki tatlı kaşığıyla cevizler yaptım. Bir tepsinin üstüne elimle 1-2 kaşık suyla hafif çırpılmış yumurta sarısı sürdüm, diğer tepsilerin üstünü ıslattığım parmaklarımla düzelttim.
Pişirme deneyleri ise şöyle:
1. tepsi: 220 dereceye ısıtılmış fırında 30 dk (bu partinin altları biraz yandı)
2. tepsi: 200 dereceye ısıtılmış fırında 20 dk, ısıyı 150 dereceye düşürüp 25 dk, fırını kapatıp kapağını açmadan 10 dk
3. tepsi (diğerlerinin pişmesini beklerken buzdolabına koymuştum): 200 dereceye ısıtılmış fırında 20 dk, ısıyı 150 dereceye düşürüp 20 dk, fırını kapatıp kapağını açmadan 15 dk
4. tepsi: 220 derecede 10 dk, 180 dereceye düşürüp aralık fırında 20 dk (ön kısımdakiler tamamen söndü)
5. tepsi: 180 derecede 20 dk, fırını kapatıp kapağını açmadan 10 dk
Sonuç: 2., 3. ve 5. tepsidekiler mükemmel kabarmakla birlikte 2. ve 3. daha yumuşak, 5. daha kıtır oldu.
Uzun olanları ikiye yarıp pastacı kreması ve muz koydum, üstlerine pudra şekeri serptim; top şeklinde olanların içine pastacı kremasını ince uçlu krema pompasıyla doldurdum. Geçen bayramdan kalan madlen çikolatalar da işe yaradı. Bitterlerin bir kısmını az tereyağı ile benmaride erittim, topları içine batırdım. Ben bu işi sevdim. Süzmebal da sevdi; Shrek bayıldı. Zaten hepsini bitirdiğimiz için ikinci partiyi (4. ve 5. tepsileri) Pazar akşamı yaptım, yarın işe götürüp iş arkadaşlarına hava atacak galiba:))
24.11.08
Strese Karşı Zebra Cheesecake
dedim ama sonuç pek öyle olmadı. İkram ettim etmesine, bir kısmını Shrek'in annesine kahvaltıya giderken götürdüm. Zaten ondan gelmiş boş kaplar vardı, boş gitmemiş oldular. Ama sonuçta Cuma-Cumartesi birer dilim cheesecake ben yedim:(
Lafı uzatmadan mutfak macerama geçeyim. Nemo bir dahaki gelişinde geçmiş doğumgününün partisini istedi. Pastan nasıl olsun diye sorduğumda ise sizler nasıl seviyorsunuz diye sordu. "Yok yok, bu senin doğumgünü partin, pastanın senin en seveceğin gibi olması lazım" dedim. "O zaman çikolatalı" dedi. Ben bir haftadır pasta tarifleri, krema çeşitleri, süsleme teknikleri okuyup duruyorum tabii. Pandispanyayı şekilli keserek mi yapsam (uzay gemisi vs), düz (yuvarlak veya dikdörtgen) yapıp üstüne resim mi çıkarsam (donmuş krema tekniğiyle mesela)? Bu arada Bionicle merakı had safhada. Belki Metru Nui kalesi şeklinde bir pasta, matoran alfabesiyle süslü kurabiyeler filan yapabilirim.
Ben pasta kitaplarımı karıştırırken Shrek gözucuyla bakıp “a, şu güzel bir şeye benziyor, yapsana” dedi. Gösterdiği kakaolu mermer cheesecake’ti. Ben tarife sadık kaldım, ama karıştırıp mermer görüntüsü vermek yerine zebra bıraktım.
Blog camiasında bunca usta varken tereciye tere satmak gibi olacak ama merak eden varsa diye ben yine de kısa bir tarif vereyim. 900 gr krem peynir (Trakya Çiftliği beyaz krem peynir kullandım), 200 gr toz şekerle çırpılıp teker teker 3 yumurta katıllıyor; çok fazla çırpılmıyor. Karışım ikiye bölünüp birine 75 ml sıcak suda eritilmiş 50 gr kakao, diğerine ise vanilya katılıp karıştırılıyor. 20 cm’lik kelepçeli kalıbın içine yağlı kağıt döşenip yağlanıyor. Dönüşümlü olarak her iki karışımdan birer kepçe kalıba yavaşça dökülüp bitene kadar devam ediliyor. Önceden 180 dereceye ısıtılmış fırında, yarısına gelecek kadar su dolu daha büyük bir kabın içinde 1,5 saat pişiriliyor. Telin üstünde soğutuldıktan sonra çevresinden bıçak geçirilip bir tabağa ters çıkarılıyor. 75 gr Burçak bisküvisi unufak edilerek üstüne serilip, sonra tekrar bir tabakla ters çeviriliyor. Bütün bu işlemler sırasında problem çıkmaması mucize gibi, değil mi? Tarifte en az 3 saat, tercihan 1 gece buzdolabında soğutun diyordu. Biz ertesi akşam yedik, ama bu meret durdukça güzelleşiyor, her yediğimizde daha güzeldi.
Peki stres nerede? İşte burada. Ben parti planları yapadurayım, öteki mahkeme dosyasına yeni bir dilekçe koymuş. Efendim, öncelikle annesi olarak görmek elbette benim hakkımmış, ancak kocamla aralarında derin husumet varmış; bu nedenle oğlumun kocamla bir araya gelmesi oğluma duygusal ve fiziksel zarar verirmiş. Ayrıca ekine okul müdüründen alınmış bir yazı koymuş; Cumartesi günleri etüdler ve seçmeli sosyal etkinlikler varmış; Nemo kendi isteğiyle binicilik seçmiş; ailesi bir yıllık etkinlik ücretini ödemiş; bu kurs ve etkinliklere katılmaması çocuğun başarısını olumsuz yönde etkileyecekmiş. Bunlar dikkate alınarak tedbir kararı, kocamla bir araya gelmeyecekleri ve etüd ve etkinliklerinden geri kalmayacağı şekilde düzenlensinmiş. Aaaagh!!#$&!!! Yok, kızgınlık duygumu yok edemiyorum işte! Hakimin bu zırvayı dikkate almaması gerekir, ama bu ülkede ona da güven olmuyor ki!
16.11.08
Kısacık da Olsa
Erdek'e vardığımızda, babasının arabasını evin önünde görünce omuzları iyice çöktü, ama yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirdi. Arabadan inince sarılıp öpüştük, vedalaştık, kapılarını çaldık. Babası açtı, "vay Nemo, nerelerdeydin?" dedi, o da aynı ses tonunu taklit ederek "buradayım" dedi ve içeri girdi ve bir daha bana dönmedi. Ben de "çantalarını da al" dedim ama sonra "buraya bırakıyorum" diyerek elimdeki çantaları kapının içine yere bırakıp "hadi hoşçakalın" dedim ve dönüp merdivenlerden inmeye başladım. Mammutun sesi duyuldu "adam yok mu? hani şu icracılar" dedi. Birkaç basamak aşağıdan "yok, bırakırken gerek yokmuş" deyip uzaklaştım. Sonra da 15.30 feribotuna binip döndük annemle. Motorlar çalışmaya başlar başlamaz uyuyup Yenikapı açığında motorlar yavaşlayınca uyandım.
1.11.08
Yeniden Mutfakta
Perşembe günü lise kız grubu akşam yemeği için buluştuk. Ortaokula başladığımızdaki sınıfımızda 8 kızdık. Sonra gidenler ve gelenler oldu ama bu sekizlinin bağları kadar güçlü olamadı. Hoş şimdi o zamankinden daha yakın hissediyoruz, o da ayrı mesele... İşte bu 8 kızın altısı o akşam Nişantaşı'ndaki Hünkar'da buluştu, sofrada memleketi kurtardı. Kimimiz liberallikten yerden iki karış yukarıda, kimimiz kötümser, ümitsiz, kimimiz neredeyse politikaya atılacak, konuştuk durduk. Garsonlar epey bir beklediler, biz de kalkalım da kapatsınlar diye. Baktılar ki bulmuşken bırakamıyoruz birbirimizi, sonunda kibarca belli ettiler. Biz de kalktık ama onlar ortalığı toparlayıp kapıyı kilitleyip çıktığında biz hala kaldırımda çene çalıyorduk. Sohbetin, arkadaşlığın tadı damağımızda kaldı.
Cuma günü, bu haftasonunun Kasım'ın ilk haftasonu olması nedeniyle Erdek yolları göründü bana. Saat 14 gibi işten çıktım, annemi almaya gidiyordum ki Erdek İcra'ya telefon edip geleceğimizi haber vereyim dedim. Babaanne aldıkları 3 günlük raporu peşin peşin getirmiş bile. Geçen sefer sözde hasta çocuğun evde değil de babasıyla başka yerde olduğu tutanağa geçtiydi ya, bu kez yüzleşmeden engellemek istemişler demek ki. Yine de oraya gidip kös kös dönmektense kös kös eve dönmekten şikayetçi değilim.
Bu kez daha çabuk atlattım. İyi hissettiğim her anın üstünde bir "ben şimdi çocuğumdan uzakta kahroluyor olmalıydım" gölgesi vardı ya, galiba terapistin sözleri bunu hafifletti biraz. Erkenden eve gitmiş oldum. Zaten Süzmebal okul servisiyle bize geleceği için Shrek de erken gelmişti. O oğlunu karşıladı, banyo yaptırdı, ben biraz uyudum. Yemekten sonra onlar film seyretti, ben internette dolaştım. Akşamüstü uyuyunca gece uykum gelmek bilmedi tabii. Shrek'in çok sevdiği, kaç zamandır sayıkladığı kurabiye tarifini buldum. Meğer istediği "shortbread"miş. Gece gece oturup "shortbread" pişirmeyi denedim.
Cumartesi ne kadar evcimen bir aile olduğumuzu bir kez daha kanıtladık. Bu güzel güneşli havada neredeyse bütün gün evde oturduk. Önce Süzmebal'a biraz piyano çalıştırdık. Sonra da ben biraz çalıştım. Geçen gün aklıma hem CD'si hem notası olan ne var diye bakmak geldi. Beethoven sonatlar bu tarife uyuyordu. Notaları kucağıma alıp izlerken bir yandan da dinliyordum. Sonra ilk sayfasındaki indexte hocamın işaretlerini gördüm. Birden bire unuttuğum -daha doğrusu bilinçaltıma ittiğim- bir şeyi hatırladım. Bazılarının başında kurşunkalemle atılmış tek çarpı, bazılarında ise çift çarpı vardı. Senenin başında hocam hangilerinin o sınıfa uygun olduğunu işaretler, ben evde bakıp o sene hangisini çalışacağımı seçerdim. Bu sahne 3 sene filan yaşanmıştı. Bir sene ben Pathetique sonatı çalışmak istemiştim, o da işaretli, ama çift çarpılıydı. Hocamsa "yok, o senin için zor" demişti, ve onu seçememiştim. Tüm öğretmenler çocuk psikolojisinden anlayacak ve duyarlı olacak diye bir şey yok ki... Neyse, sonuçta ben iki gündür Pathetique'in ilk sayfasını çalışıyorum.
Sonra Süzmebal'ın Almanca ödevini yaptırdım. Çocuk çok iyi sabretti, 2 saate yakın sürdü. Piyano dersine gitmeden önce babasıyla gidip aşağıda biraz futbol oynadılar. Onu derse bıraktığımızda biz de İstinye pazarına uğradık, sebze-meyve alıp geldik. Öncesinde evde neli sorbe yapacağımızı konuşmuştuk zaten. Sonunda Trabzon hurmasında karar kılınmıştı. Bu haftasonu Shrek'in favorileri oldu, en sevdiği meyvanın sorbesi, yanında en sevdiği tereyağlı bisküvi...
Trabzon Hurması Sorbesi
3 olgun Trabzon hurması (3 cup püre)
3/4 cup tozşeker
1 cup su
1 çorba kaşığı limon suyu
1 çorba kaşığı Martini (tarifte rom yazıyordu)
Hurmaların içini kaşıkla çıkarın, blender ile püre yapın. Kısık ateşte 5 dk pişirin.
Şeker ve suyu ocakta karıştırarak şerbet yapın, 5 dk kısık ateşte pişirin. Şerbetle meyva püresini karıştırın. Soğumaya bırakın. Buzdolabında iyice soğuyana kadar bekletin. Dondurma makinasına koyup bir limon suyu ve martiniyi ekleyin. Dondurma makinası yoksa metal veya payreks yayvan bir kapta buzluğa koyup yarım saatte bir çatalla karıştırarak da yapılabilir.
Shortbread
2 cup (=280 gr) un
1 tutam tuz
226 gr tereyağı (oda sıcaklığında)
1/2 cup (=60 gr) pudra şekeri
Yarım çubuk vanilyanın içi
Unla tuzu birlikte eleyin, bir kenara koyun. Tereyağını 1 dk krema olacek şekilde mikserle çırpın. Pudra şekerini ve vanilyayı ekleyip 2 dk daha çırpın. Un karışımını ekleyip ancak yetecek kadar karıştırın. Disk şekli verip streçfilmle sararak buzdolabında 1 saat soğutun. Çıkardığınızda hafif unlu yüzeyde açın. Kalıpla kesin. Kalıbı her seferinde una batırın. Yağlı kağıt serilmiş tepsiye dizin. Tezgahtan spatula yardımıyla kaldıracağınız kadar yumuşak bir hamur olmuş olmalı. Tepsiyi buzdolabına koyarken fırını da 175 dereceye ısıtmaya başlayın. 15 dk sonra buzdolabından çıkardığınız tepsiyi fırının orta rafına sürün. Hamuru 0,5 cm kalınlığında açtıysanız 10-12 dk, daha kalınsa yaklaşık 15 dk sonra hafifçe renk değiştirdiklerinde fırından çıkartın. Tel üstüne alarak soğutun.
22.10.08
Kabul Etmenin Özgürlüğü
* * *
Çocuk ruhu anne ve babasının bütün olmasını ister. Onlar savaştığı, onlar acı çektiği zaman kendini feda eder, siz acı çekmeyin, sizin yerinize ben çekerim der. Bir tarafa hak verip diğer tarafa kızarsa, bunu dengelemek için kızdığı tarafa yaklaşır. Anneyle babanın kavgası çocuk ruhunu en çok zedeleyen şeydir. Çocuğun yarısı anneden, yarısı babadan oluşur. Böyle davrandığına göre eminim babası sizin için iyi şeyler söylemiyordur; kötü bir şey söylemese bile en fazla nötr duruyordur. Buna rağmen sizden soğutamadığına göre korkacak bir şey yok. Bir anne olarak siz ona hayat vererek zaten verebileceğiniz en kutsal şeyi verdiniz. Başka bir şeye gerek yok. Mücadeleyi bırakıp ona "oğlumun senin yanında güvende olduğunu biliyorum ve onu seninle bırakıyorum" derseniz yaşam yeniden akmaya başlayacak, yeniden güçlü olacaksınız. Oğlunuz da güçlü olacak o zaman. Yeniden görüşme fırsatı bulduğunuzda, oğlunuzla oturup konuşun, bunları anlatın.Ayrılmanızda onun ne kabahatleri olduğu önemli değil. Belli ki haksızlığa uğradığını düşünüyor. Ona, sana yaptığım haksızlığı kabul ediyorum, demelisiniz. Yüzüne söylemeniz gerekmez, onu burada dizime kattığımızda da aynı çözülme yaşanabilir. Bu yeni ilişkinizin üstünde de ipotek gibidir. Sanki krediyle bir ev aldınız, üstünde ipotek var gibi borçlusunuzdur. Bu ağırlık altında yeni ilişkiniz de zorlanır, rahat akmaz.
* * *
Doğrusu buysa bile yapabileceğimi sanmıyorum.
Yaklaşık 24 saattir durup durup ağlıyorum. Haftalık falımda Çarşamba günü işe gitmeyip battaniye altında geçirin diyordu zaten ama ne mümkün... Dört toplantılı bir günü asık suratla ve şiş gözleri saklayacak bir makyajla geçirdim; eve gelince yine başladım, ama dünden daha iyiyim.
Yazmak iyi geldi.
19.10.08
Nerden Nereye
Cuma sabahı avukatla konuştum, Erdek İcra’ya çıkan talimatın aslını yanımda götürmem gerektiğini, bunun için de avukatın ofisine uğramam gerektiğini öğrendiğim için biraz kızdım, Erdek İcra Müdürünü cep telefonundan aradım, meğer Afyon’a tayin olmuş. Neyse ki bana Erdek’teki katibin telefonunu verdi. O da çok yardımcı olacak, yapıcı bir tavırda bir adam. Uygunluğunu kontrol etmek için talimatı önceden faxlamamı istedi. Nitekim ben avukata söyleyip o da faxlayınca ortaya çıktı ki kalemde alış saati olarak 20 yerine 10 yazılmış. Karşımızda açık arayan bir edepsiz olduğunu onlar da bildiği için düzelttirip gelmemizi istedi. Ben ofisten hemen fırladım, avukatla Sirkeci Adliyesinde buluştuk, yazıyı düzelttirip karardan da “aslı gibidir” kopyası alıp yola çıktım. O arada da baktım, Erdek-Bandırma-İstanbul olmak üzere üç evlerı olduğunu söylediğimiz için hakimin istediği adres beyanını dosyaya Erdek olarak koymuş. (Gerçi avukatı eski adres geçerlidir demişti ama o laf zapta geçmemişti.) Sanırım o anda biraz ümitlendim. Benim hayalgücüm, henüz hakimin verdiği 10 günlük kesin süre dolmadığı için adres vermemiş olacaklarını, biz Erdek’e gidip kimseyi bulamadığımızda, Bandırma adresini verip sıyrılacakları senaryosunu yaratabilmişti. Erdek adresini beyan ettiklerini görünce yeni hakime şirin görünmek, “biz aslında annenin çocuğu görmesini engellemiyoruz” rolüne inandırmak için Nemo’yu vereceklerini zannettim. Erken yorum yapmışım.
Yola çıkarken tabii uğrayıp annemi aldım. Yanında patatesli börekler, elmalı kurabiyeler, meyva suları, Nemo’ya aldığı hediyeleri toplayıp geldi. Ben kendimi fazla hazırlamamak için fazla hazırlık yapmamıştım. Evde onun sevdiği yemek olsun diye hazır köfte ve cordon bleu alıp buzluğa attım; patatesli börek sarıp yine buzluğa; evde sinema ritüeli olarak mikradalga tipi patlamış mısır, elma ve ananas suyu (en çok onları sever); bir de üstü biberli yeşil zeytin kaplı patates salatası yapmıştım –doğumgününde yaptığımda bayılmıştı.
Hiçbir feribot saati uymadığı için Eskihisar-Topçular arabalı vapuruyla Yalova’ya geçtim. Zamanımız dar olmadığı için yol üstündeki Körfezim’in satış mağazasında durup anneme zeytinyağı aldık. Biz daha önce Shrek’le alıp çok beğenmiştik.
Erdek’e vardığımızda 18.45’ti. İcra Müdürlüğünün olduğu bina aynı zamanda adliye. Akşamın o saatinde hala duruşmalar sürüyordu. Salonda bekleyen amcalar bizi de o duruşma için geldik zannettiler, “Sulh Hukuk’taki duruşma şimdi başladı” dediler. Ben “yok” dedim. “biz icra için geldik”. Sözcükler havada asılı kaldı, biz annemle oturup yemeğe çıkmış olan icra katibinin dönmesi bekledik 5-10 dk. Önce katip geldi, sonra Erdek Adliyesinde görevli psikolog olmadığı için bilirkişi olarak gelen öğretmen, sonra da onları götürüp getirecek taksi şöförü. Katip önceden iki tutanak hazırladı; biri hiç sorunsuz ve olaysız teslim alacağımız varsayımıyla, diğeri adreste kimseyi bulamayıp alamayacağımız varsayımıyla. Bunlardan biri gerçekleşirse saat ve imzaları tamamlayıp iş bitecek, adliyeye dönmek zorunda kalmayacağız.
Evdeki hesap çarşıya uymadı; üçüncü ve aklımıza gelmeyen bir senaryo yazmış yukarıdaki. Tam saat 20’de gittik. Mammut’un arabası otoparkta yoktu. Çöp toplamaya çıkmış olan kapıcıya rastladık, babaanneyi gördüğünü söyledi. Köşeyi döndüğümüzde evde ışık olduğunu da gördüm ve sanırım işte o anda gerçekten alacağız zannettim.
Biz apartman kapısındaki zili çalmadan hemen önce babaanne mutfak penceresinden bakıp gördü bizi. Zili çaldık, kapı açıldı, merdivenleri çıkncaya kadar evin kapısı da açıldı, icra memuru talimatı gösterdi, babaanne dönüp içeri gitti, elinde bir kağıtla geri geldi. “Çocuk raporlu” dedi.
Cuma günü Bandırma Sağlık Ocağı’ndan alınmış üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle 3 gün yatak istirahati raporu. Bugün okula gitti mi diye sordum, gitmemiş. Peki şimdi nerede diye sordum, babasının yanında dedi. Geçen sene rapor aldıklarında reçetede antibiyotik ve ateş düşürücü, raporda anksiyete yazıyor diye doktoru şikayet etmiştim ya, bu kez senaryo daha dikkatli yazılmış. Dönüp geldik icra müdürlüğüne, tutanak yenilendi, imzalandı, kös kös düştük yola. Yatak istirahatli çocuk niye evde değil? Babasının yanı denilen yer neresi? Bu soruları sorması gereken kişi hakim. Ama zaten “kocasının olmadığı yerde görebilir” diye açık açık yazmış, dosyada var, buna hakkı olduğuna inanıyor.
Bu kez içsel tepkim üzüntü değil, kızgınlık oldu.
Benden haber bekleyen Shrek’i aradım. O da İzmir’de bir seminere katılıyordu aslında, yani Nemo gelse rastlamayacaktı bile bu seferlik. Olanları duyunca “bindir anneni Bandırma-Yenikapı feribotuna, İzmir’e gel, nasıl olsa yolu yarılamışsın, Pazar günü beraber döneriz, ben kullanırım, şimdi İstanbul’da tek başına kendi kendini yiyeceksin” dedi. Anneme söyledim, o da “iyi fikir, birbirinize destek olursunuz, ama yolda seni yalnız bırakmam, ben de geleceğim İzmir’e, oradan atlar bir otobüse dönerim” dedi. Peki, öyle olsun.
Gerçekten de biz bir süre bu kalkıştığımız şeyin çılgınlığıyla oyalandık, başka konular hakkında çene çaldık. Balıkesir sapağından sonra yol tamirleri gece sürüşünü çok zorlaştırıyor. Daracık bir yol, iki yanda kum tepeleri, trafik işaretleri yolu bir o tarafa, bir öbür tarafa veriyor ki kaç kez son anda uzun farlarımı yakıp farkettim yolun nereden gittiğini. Bir süre sonra yol düzeliyor, ondan sonrası rahat. İzmir’e gitme kararını verdiğimiz anda açlığımı da anladım; bütün gün bir şey yemediğimi o zaman hatırladım. O kadar ki, Susurluk’a kadar dayanmam mümkün değildi. Annemin yanındaki börekleri, elmalı kurabiyeleri yedik bir güzel. Kime niyet, kime kısmet.
İzmir’e vardığımızda saat 24 olmuştu, yaklaşık 3,5 saat sürmüş demek ki. Anneme o gece kalmasını çok söyledim ama önce otobüse bakalım, bulamazsam kalırım dedi. Efes Otel’in sokağındaki Varan terminaline gittik; o kapanmış ama yanındaki Pamukkale’den 10dk sonra servis kalkıyormuş, otobüste bir kişilik yer varmış, hem de bayan yanı.
Shrek’in kaldığı otel de çok yakındı zaten. Sora sora Karaca Otel’i buldum, Shrek’le de konuştuk, oda numarasını öğrendim, resepsiyona söyledim, “öyle bir oda numaramız yok bizim” dedi. Allah allah nasıl olur, şimdi konuştum! İsmini söylüyorum, adam listeye bakıyor, bulamıyor. Durun bir daha arayayım dedim, ama o sırada da jeton düştü, “yoksa sen Karaca’da kalmıyor muydun?” diye başladım söze. Yoo, dedi, Kısmet’te kalıyorum ya, sen ayırttıydın yerimi zaten. Doğru da bende kafa kalmadı ki...
Shrek beni İzmir’e çağırıp burada daha kolay oyalanırsın demekte çok haklıydı elbette. Cumartesi sabahı onunla kalkıp seminerin olduğu yere gittim; o da hemen köşedeki 9 Eylül Üniversitesi’nin binasında zaten. Grupta tanıdığım birkaç kişiyle azıcık sohbet ettim, onlar başlarken ben de yollara düştüm. Sokaklarda dolaştım, vitrinlere baktım, üstümdeki kıyafetleri değiştirme bahanesiyle beyaz bir bluz, füme bir pantalon, füme bir triko üst, hatta bir de onlara uyan gri-mor taşlı uzun bir kolye aldım. Sabah ve akşam biraz serinlik çıkıp triko üst gerekli hale geliyor ama gündüz öyle sıcak ki, burada yaz daha bitmemiş sanki. Sokaklarda kimin aslen İzmirli, kimin sonradan olma İzmirli olduğu belli. Gerçek İzmirliler üstlerinde montla dolaşıyorlar; yakasını sıkı sıkı kapatan, çizme giyen bile var. Sonradan olmalar ise tişörtle dolaşıp çorapsız geziyorlar.
Cumartesi sabahı Alsancak’ta dolaşırken dükkanlardan birinde “bu saatte çok boştur buralar, ama öğleden sonra çok kalabalık olur” dedi; o en kalabalık halini de gördüm. Kalabalık dedikleri kafeler dolmuş, mağazalar biraz kalabalık o kadar.
Dikkatimi çekti, Alsancak’ta -İstanbul’daki karşılığı biraz Nişantaşı, biraz da Bağdat Caddesi- dükkanlarının önüne küçük masa-sandalye koymuşlar, sabahları orada çaylarını içip gevrek yiyorlar:) O şık mağazalar, butiklerle öyle sevimli bir tezat oluşturuyor ki, sanki küçük kasaba esnafı... Oraya kadar gitmişken Reyhan’da oturmamak, Polovak yememek olmaz. Polovak profiterol hamurundan irice iki top, içinde dondurma, üstlerinde çikolatalı sos. Fotoğraf makinam yanımda değildi ama o görüntüyü unutmak ne mümkün...
Yeni keşfettiğim bir başka İzmir’e has lezzet de Ora’nın lahmacun ve pideleri. Ben ömrümde bu kadar hafif ve lezzetli lahmacun yemedim. Patlıcanlı açık pidesini denedim bir de, o da ayrı güzel. Sofraya tahta tabaklarda roka, domates ve limon dilimleri, bir de küçücük domates, ince kıyılmış roka ve peynir salatası geliyor. Yağı damlayan Trabzon pidelerini sevenler beğenmeyecektir, ona göre...
Semineri veren doktor ve katılımcılardan birkaçı akşam yemeğini Kıbrıs Şehitleri’nde yiyeceklerdi, biz de onlara katıldık, rakı-balık yaptık, sohbet ettik. Hayatımda ilk kez duyduğum bir balık yedik, gravyöz. Kocaman bir balık. Mezelerle doymuş olduğumuz için yarısını ortaya ızgara yaptılar, 6 kişi paylaştık. Çok, ama çok lezzetliydi.
Şimdi bunları Kordon’da bir kahvede oturmuş, çayımı içerken yazıyorum. Otelde kahvaltı ettiğim için birşey yemiyorum, ama burada hala dışarıdan yiyecek getirip sadece çayı burada alabileceğiniz yerler var. İnsanlar fırından gevrek alıp geliyorlar, hatta evlerinden peynir, domates, zeytin getirip masanın ortasına açanlar var. Hani kenar köşe bir köy kahvesi olsa neyse, burası Kordon’un göbeği:)
Shrek seminerde. Birazdan otele dönüp bavulu toparlayacağım, sonra da Shrek’i alıp yola çıkacağız.
Hafytasonum kadar tuhaf bir yazı oldu.
16.10.08
Nerden Başlasam, Nasıl Anlatsam...
Tatil havası beni iki hafta kadar idare etti, sonra da bayram geldi.
Tam bayramdan önce Aile Mahkemesindeki yeni hakim bayram için tedbir kararı verdi, ama birkaç kaynaktan öğrendim ki, Bandırma'da, okula çok yakın bir giriş katı kiralamışlar, kışın orada oturuyorlarmış. İstanbul ve Erdek'teki evleri de giriş katı, çünkü babaanne 120 kg filan, merdiven çıkamıyor. Sonuçta orada olmadıklarını öğrendiğim için gitmedim. Tabii burada iki cümlede anlattığım kadar basit olmadı.
Sonuçta kendimi toplamam için Shrek geçen yaz da gittiğimiz Bodrum Yalıkavak'taki pansiyona gidelim dedi. Havanın çok matah olmayacağı belliydi, ama arkadaşlarımızla olmak, ortam değiştirmek, bol sohbet, bol yemek iyi geldi yine de. Döndüğümüzde dinlenmiş gibiydim, ama bu kez döner dönmez etkisi geçti.
Bir de üstüne hastalandık... Shrek bayramı hasta geçirdi, ben dönünce şifayı kaptım. Geçen Pazartesi sesim kısılmaya, boğazım acımaya başladı; Perşembe günü duruşmada neredeyse sesim çıkmayacaktı. Hoş çıkması da gerekmedi ya, mahkemelerde vekiller konuşuyor. Ama stres kesinlikle beni hasta ediyor.
Duruşmada Yargıtayın bozma kararını kabul ettiğimiz söyledik. Bozma nedeni olan dinlenmemiş iki tanık dinlenecek. Biri Mammut'un yanında çalışan mühendis - o zamanlar birkaç kez görmüşlüğüm var, diğeri Bandırma'da oturan bir kadın - hiç tanımıyorum.
Yeni bir tedbir kararı da var; her ayın 1. ve 3. haftasonu Cuma akşamı 20'den Pazar 14'e kadar. Evet, eskisinden daha kısa. O Cuma 17'den Pazar 22'ye kadardı. Hoş ertesi gün okul var diye 20 gibi bırakıyordum ama olsun. Belli ki bu hakim de sanki velayet babadaymış da ben almaya çalışıyormuşum gibi bakıyor olaya. Belki de karşı tarafın abuk subuk yalanlarla dolu dilekçeleri aklını karıştırdı. Yok, alışamadım bu duruma bir türlü; dosyadaki dünya kadar kanıta, polis tutanaklarına, görgü tanıklarının ifadelerine rağmen gidip yalan dolan iddiaları sanki gerçekmiş gibi bastıra bastıra tekrarlayıp, olmayan bir şeyin hangi kanun maddelerine ve hangi içtihatlara göre ne sonucu olacağını anlatan avukatlara alışamadım. Hiç utanmıyorlar...
Geçen hafta tedbir kararına rağmen öyle güçsüz hissediyordum ki, bir kovuğa girip cenin pozisyonunda ölebilirdim. Belki de tedbir kararı yüzünden. Çünkü yarın öğlen çıkıp annemi de alıp Erdek'e gideceğim yine. Adresi belirsiz, Bandırma'da ve İstanbul'da da evleri var, Cuma okuldan alalım dedik ama hakim kabul etmedi. Mammut'un avukatına sordu, o da aynı adresteler, bir değişiklik yok dedi, oldu bitti. Gidiş saatimiz uymuyor, Yalova üstünden gideceğim ama dönüşte 21.30 feribotuyla gelebiliriz. Umarım Nemo'yla birlikte... Pazar 14'te bırakmak için de 9 gibi çıkmamız lazım yola, çünkü o saatlere uyan ne Bandırma, ne Mudanya feribotu var. Zaten Pazar gününden hiç hayır gelmiyordu, yarım saatte bir "kaç saat kaldı" diye sora sora, yürek parçalayan bir gün geçiriyorduk. Bu da tam züğürt tesellisi. Neşelensin diye oyun merkezlerine gidiyorduk, film seyrediyorduk, ödevlerini yapıyorduk; şimdi sadece bir günümüz var, yani inşallah var.
Dilekçesinde yazdığına göre 4 Eylül'de bana bir e-mail göndermiş, kocamla birlikte olmamak şartıyla oğlumla tatil yapabilirmişim, öyle lütfetmiş. Öyle bir e-mail gelmedi. Aslında belki iyi ki gelmedi demeliyim. Ben kesin yine hastalanırdım. Evet desen başka kötü, hayır desen başka kötü. Böyle hukuk dışı bir tavrı açık açık dilekçesinde yazmaktan da hiç kaçınmıyor...
Ben bu arada araştıra okuya, yakında Medeni Kanun madde 337 avukatı çıkacağım. Araştırırken bir makaleye rastladım. Oradan atıfta bulunulan başka bir makaleye geçtim. Derken o makalenin yazarına (doç.dr, bir üniversitenin hukuk fakültesinin dekan yardımcısı) durumu anlatıp yardımcı olacak kaynak sordum. Daha cevap gelmedi. Genelde hakimler, "hukuk her soruna çözüm olur" tavrındalar. Avukatlar ise daha gerçekçi, ama onlar da artık kanıksamış, en trajik durumlar bir cümleyle ifade ediliveriyor. Bakalım akademik kariyer yapan hukukçular nasıl yaklaşıyor?
8.9.08
Selimiye-Bozburun-Söğüt
7.9.08
Datça
Öğle sıcağında keyifli tarafını göremeyeceğimizi anlayınca Eski Datça mahallesine gittik. Taş evler, duvarlarından fışkıran çiçekler, dar sokaklarla hoş bir yer ama orayı gezmek için de çok sıcak... Sıcaktan dilimiz dışarıda bir tur attık, canımız ev yapımı gerçek limonata çekti; biraz şehirli eli değmiş bir kafe görüp girdik, limonata sorduk, yokmuş; kola, icetea vs önerdiler ama biz az önce gördüğümüz köy kahvesine gidelim dedik. Ama baktım köşede Nihat Akkaraca'nın Datça'da Zaman adlı kitabı, bir sehpanın üstünden üstüste, belli ki satılık. Hemen aldım tabii, Datça'yı taze görmüş olarak çok daha zevkle okunacağına eminim. Köy kahvesinde limonata diye Tang gibi bir sıvı getirdiler ama olsun, Eski Datça turu sayesinde çok zevkle okuduğum bir kitapla karşılaşmış oldum.
5.9.08
Knidos
En sonunda Knidos karşımıza çıktı. Hemen yanındaki incecik bir geçit, antik kenti burundaki tepeye bağlıyor. Bu geçidin kuzey tarafı Ege, güneyi Akdeniz. Ege tarafında daha korunaklı ikinci bir iç liman oluşturmuşlar. Okuduğuma göre eskiden kuzey tarafı askeri liman, güneyi ticari liman olarak kullanılıyormuş; şimdi güneyi turistik -hoş ne farkı var ki?
Knidos veya diğer adıyla Domuzboynu Feneri de hayalleri süsleyen muhteşem bir görüntü sunuyor. Deniz fenerleri romantik çağrışımlarını neye borçlu acaba? Denizcilere yol göstermelerinden mi, yoksa münzevi bir fenercinin orada yaşadığı düşüncesinden mi?
Antik kenti dolaşmayı bitirip boyundaki kafeterya-restorana gittiğimizde bir otobüs dolusu folklorik kıyafetli gence rastladık. Meğer 2.Datça-Knidos Halk Dansları Yarışması kapsamında gelmişler. Knidos'ta Yakutistan halk dansları izledik. Absürd değil mi?
4.9.08
Hayıtbükü
Gece olduğunda kumsaldaki şezlonglar kenara toplanıp isteyenlere masa kuruyorlar. Biz iki akşamdır orada yiyoruz. Öncesinde Shrek günbatımı fotoğrafı çekmek üzere tripodunu kuruyor; sofra donanıncaya kadar bir dolu deneme yapıyor. Bir kısmında ben de ona modellik yapıyorum. Aşağıdaki onlardan birinin yarısı.
İşte böyle...
2.9.08
Cunda'da Poyraz
Eskihisar-Topçular feribotu, Yalova-Bursa, Karacabey sapağına kadar araba yolu biliyor zaten, ama bu kez Shrek kullandı, ben bakındım. Yanda oturunca ne kadar farklı yollar... Yaklaşık 40 kez filan geçmişimdir o yoldan Erdek'e gidip gelirken, koskoca Uluabat gölünü bu kez fark ettim, daha önce hiç görmemişim! Karacabey'den hemen önce Balıkesir'e yol ayrıldı ve güzergah tanıdık olmaktan çıktı. Susurluk'ta yer değiştik, arabayı ben kullanmaya başladım. Edremit'e döndükten sonra yol daha dar, azıcık virajlı harika bir orman yoluna dönüştü, tam benim kullanmayı sevdiğim tarzda bir yol yani. hızlı gitmenin zaten pek mümkün olmadığı bir yol. Ayvalık'a sapana kadar da çok hoş bir yoldan gittik.
Ayvalık'a geldiğimizde arabayla sahilden bir tur attıktan sonra Cunda'ya geçtik. İkimizde en son 25 sene önce görmüşüz Cunda'yı. Ben hatırlamıyorum bile, Shrek ise çok değişmiş buldu haliyle. Sahilde bir otoparka bıraktık arabayı. Yürüyerek biraz dolaştık, birkaç otel ve pansiyona girip baktık, en sonunda sahildeki Ortur Restorant'ın üstündeki odalardan birini tuttuk. Diğerleri belki daha hoştu ama deniz gören balkonları yoktu. Diğerlerinden birinde kalmış olsaydık sabah Shrek uyurken balkonda oturup kitap okuyamaz, aşağıdaki fotoğrafı çekemezdim.
30.8.08
Öncesi-Sonrası
24.8.08
Yaz Yorgunu
Öğleden sonra biraz banyo dolabı yerleştirme, biraz kitap okuma, kitap okurken biraz daha kestirme şeklinde geçti. Akşam Shrek bir arkadaşımızı hatır sormaya aradı, o da hadi yemeğe gelin deyince atlayıp gittik. O kadar uyuyunca gece yatmamız bu kez 2.30'u buldu. Neyse ki Pazar sabahı 10 gibi kalktık da bütün gün uykuda geçmedi. Geçen gittiğimizde aldığımız bir şeyi geri vermek için Ikea'ya gittik ve birkaç ıvır zıvır alıp eve döndük. Neredeyse yine uyuyacaktık ki bir film seyretmeye başladık da uyanık kalabildik.
Tatile ihtiyacım var. Beynimi boşaltmaya, uyanmaktan zevk almaya, bir şeyleri istemeye, mesela "hadi denize girelim" filan demeye ihtiyacım var. Kalacağımız yer hemen deniz kıyısında olsun, kahvaltıdan önce bir yüzüp çıkıverebilelim, denizi tertemiz, pırıl pırıl olsun, su ne çok soğuk, ne sıcak olsun, öyle çok katlı otel, tatil köyü filan değil, küçük bir motel, hatta pansiyon olsun. Adında "beach" geçmesin, kahvaltısı güzel olsun, "ben ekmek, reçel yemiyorum, bana omlet yapar mısınız?" diyebileceğim bir ortam olsun, ama odalarında klima da olsun. Önünde küçük bir kumsalı veya taşlığı, üstünde tahta şezlongları, saz şemsiyeleri olsun.
Datça'da veya yakınlarında böyle bir yer var mıdır acaba? Shrek'in Ege-Akdeniz kıyılarında görmediği bir orası kalmış; ben çook yıllar önce gördüydüm ama hatırlamıyorum bile. Selimiye tarafını tavsiye edenler oldu ama fotoğraflarına bakınca deniz öyle akvaryum gibi değil sanki. Eminim güzeldir ama ne de olsa Datça'ya kıyasla içerde kalıyor, daha kapalı bir koy...
Eylül'ün ilk veya ikinci haftasında 9-10 günlüğüne gidelim diyoruz. Dönüşte belki yolu bölmek için Ayvalık'ta 2-3 gün kalırız.
Tavsiyesi olan varsa sevinirim...
19.8.08
40 Yaşından Küçükler Giremez
18.8.08
Misafir Projesi
Shrek’in maket tren grubundan tanıştığı bir arkadaşı ve eşi bize geldiler. Onların evine iki kez birlikte gitmiştik zaten, yani eşiyle de tanışıyoruz. Karı-koca bankacı, çok zeki, çok efendi, çok alçakgönüllü insanlar. Onlarla hoş vakit geçirmenin ötesinde ikram edeceklerimizi planlamak ve hazırlamak da başlı başına bir eğlence benim için. Her misafiri bir proje gibi ele alıyorum ya...
Haftasonu geç kahvaltı edildiği için normalde biz öğleden sonra 4-5 sularında öğle-akşam yemeği arası bir öğün yapıp günün yemek faslını kapatırız zaten. Ancak gece acıkırsak ufak bir atıştırma olabilir. Onlar için de aynı olacağını düşünüp yemek kadar ağır ve detaylı olmayan, ama çay yanında yenebilecek bir menüde karar kıldım. Hamurişi ağırlıklı olmaması da ayrı bir kriter tabii. Yapması zor olmamalı. Ayrıca sunumu şık olmalı. Gösteriş yapar gibi sekiz çeşit olmamalı. Proje dedim ya detay çok...
Sonuçta ortaya ıspanaklı kiş, rokalı közlenmiş domates salatası ve maydanoz soslu közlenmiş biber ve ızgara patlıcan çıktı. Evde (yeni) yapılmış bir ekmek de güzel olurdu ama onu araya sıkıştıramadım, geçen haftaki focaccianın kalanını buzluktan çıkarıp kızarttım.
Akşam misafirlerimiz gittikten sonra Shrek şimdiye kadar gördüğü en iyi akşamüstü ikramı olduğunu söyledi; şık, sıradışı, lezzetli, hafif... Ben de dört köşe tabii.
10.8.08
Haftasonu Gevezeliği
Shrek'in Fransa'dan üç günlüğüne gelmiş bir arkadaşı ve ailesini Pazar sabahı Boğaz'da kahvaltıya davet etmiştik. Karı-koca-üç çocuk oldukları için (dolayısıyla hep birlikte arabaya sığmayacağımız için) önce beni gazetelerimle birlikte Hisar'a bırakıp onları almaya Taksim'e gitti, ama Ayasofya'nın Pazartesi kapalı olduğunu öğrendikleri için öğleden önce oraya gitmek istemişler. Shrek de onları Ayasofya'ya bırakıp öyle geldi. Bahaneyle Hisar'da kahvaltı etmiş olduk.
Akşam yemeği saati yaklaşırken evde ekmek olmaması yeniden gündeme geldi. Shrek "dünkünden yapsana yine" dedi ama başka bir şey deneme fırsatını kaçırır mıyım hiç? Hızlı yapılacak bir tarif için hızlı bir internet turu attım ve focaccia denemeye karar verdim. Onun tarifi de burada. Shrek "bunları tekrar yapılacak başarılı tarifler olarak defterine yazıyorsun değil mi?" dedi; demek ki çok iyi olmuş.
Ayrıca bu yaz ne sezonda, ne ucuzlukta kendime hiçbir şey almadım (-mıştım). Ben dükkanlarda bir tur atacak vakit bulana kadar bir şey kalmamış zaten. (Bu da bahanesi) Shrek sağ alt köşedeki siyah platformluyu kutu içinde tutmamı istedi. görmeye tahammül edemiyormuş:)) Ama diğerlerini beğendi. "Sabahları kıyafet seçme ve bulamadığın için söylenme faslına bir faydası olacak mı?" diye sordu. E evet, en azından altına uygun ayakkabı olmadığı için giyemediğim şeylerim kullanıma girecek, bu da sabah dolap-önü sendromunu hafifletecek tabii... öte yandan, hepsi işe uygun değil, farkındayım.
Bu hamaratlığın bir nedeni daha var; kendimi ve evi İpek Hanımsız yaşama alıştırıyorum. Geçen Ekim'de, Nemo gelecek, akşamüstü okuldan geldiğinde her gün onu karşılayıp ben gelene kadar 2 saat ilgilenecek biri gerekecek diye İpek Hanımı bulmuştuk. Sonra Yargıtay işi ortaya çıkınca haftada 3 gün diye anlaştıydık; bir daha da üstünde konuşmadık. Ama baktım hem dünyanın parasını veriyoruz, hem de kadın sıkıntıdan birşeylerin yerini değiştiriyor, kendine göre organize ediyor, her eve geldiğimizde bu sefer ne yaptı acaba diyerek endişeyle içeri giriyoruz. Özellikle Shrek o kadar kızıp kendi kendine bağırıp çağırıyor ki, ben daha çok alevlendirmemek için kendi kızdığım şeyleri içime atar olmuştum. Tamam, bizim evde çok ıvır zıvır var, toplayayım derken saklamış oluyor, niyeti iyi aslında, ama ben bu sinir harbine dayanamıyorum artık. Neyse, sonuçta İpek Hanımı arayıp "belli ki Nemo'nun bizim yanımızda yaşamasına daha bir sene var, sırf ev işi için haftada üç gün gelmene de ihtiyacımız yok, haftada bir gelirsen sevinirim, başka bir sürekli iş bulursan onu da anlarım" dedim; şimdilik haftada bir gelmeyi kabul etti. Zaten o toplayacak nasılsa diye iyice tembelleştiydim. Halbuki birikmeden toplayınca veya kolay toplayacak şekilde organize edince çok daha mutu oluyorum. Neredeyse yirmi senedir nasıl yapıyorduysam yine öyle işte...
Henüz çözemediğim bir şey var yalnız; bizim sitede
Yazının başlığını "Haftasonundan Haberler" diye atmıştım, ama bu haberden çok gevezelik oldu...
4.8.08
Haftadan Haberler
29.7.08
Tatilsiz Yaz
Tam motordan inerken baktım Süzmebal beni karşılamaya gelmiş; Shrek de az ilerde çay bahçesinde oturuyordu. Birer adaçayı içip eve çıktık. Bisikletle gelmişler ama Süzmebal önden giderken Shrek benimle yürüdü. Bir parça kuzu etini soğanla kısık ateşte bırakıp çıkmış, eve geldiğimizde yemek hazırdı. Ben salatayı yaparken o da çayı koydu. Balkonda sofra kuruldu hemen. Genellikle yemekten sonra Değirmenburnu'na yürüyüp çayımızı orada içiyoruz ama bugün evdeyiz. Bu satırları da balkonda çay eşliğinde yazıyorum. (Yukarıdaki fotoğraf Değirmenburnu'na yürümeye üşenmediğimiz bir akşamdan.)
Banyo tadilatı macerası hala sonlanmadı. Banyoda klozet, küvet ve kabin, küçük tuvalette klozet ve lavabo var. Shrek eski Fransız evlerindeki gibi önce birine gidip, sonra ötekinde ellerini yıkıyor, çünkü küçük tuvalete sığmıyor:). Çünkü ben asma klozet diye tutturdum ve asma klozetin arkasındaki dişi öyle daha güzel olur diye 15cm derinliğinde yaptılar. Oysa ben duvarın içine sığacağını sanmıştım. Şimdi tuvalete oturmak için lavabonun kenarından hafif dönerek geçmek gerekiyor.
Sonra seramikçiler çok kritik bir duvarı –ki zaten seramik döşenen üç duvar filan var- yanlış taraftan başlayarak döşediler. Ve ben -belki de hayatımda ilk defa inat edip- onları söktürüp baştan döşettim. Bir hafta kaybettik ama olsun.
Banyo dolaplarını ise hala ısmarlayamadık, çünkü diğer herşey bitsin ondan sonra model ve renk seçelim istedim. Benim internetten bulup bir dosyada topladığım gri yer ve beyaz duvarlı banyolardaki dolap modelleri artık geçerli değil çünkü. Sonunda bir model beğendim, ama teklif istediğim ilk yer hem ahşap olmaz, laminat yaparım dedi, hem de lavabo dolabı + uzun dolaba 1,900 fiyat verdi. Daha neler, neredeyse Vitra'dan alınır o parayla! Ben yarın Çağlayan'a gidip bir başka yerden daha teklif isteyeyim bari. Bir ay sonra ancak yerleşeceğiz herhalde. Bittikten sonra bir öncesi-sonrası yazısı yazarım artık.
Shrek Süzmebal’ı adada yüzme kursuna yazdırdı. Haftaiçi o da birkaç gün izin kullanıyor. Ben de çoğu akşam gidiyorum ama ertesi sabah erken saatte toplantım varsa evde kalıyorum. O da işi olup şehre inecekse annesiyle babasını çağırıyor. Süzmebal da haftaiçini babasıyla geçirip haftasonları annesine gittiği için hayatından memnun. Mantıklı, çocuklarının iyiliğini düşünen ebeveynlerin ayrılsalar da dengeli bir düzeni sürdürebileceklerine dair iyi bir örnek oluşturuyorlar. Mammuta inat...
Mammut bir kez aradı, “mahkemeyi kazansan bile kocanla birlikte çocuğunu büyütebileceğini mi sanıyorsun” ile başlayıp küfürlü bir tehditle biten kısa bir konuşma yaptık. Ardından annemi de arayıp, hakkındaki ceza davasını geri çekmesi ve benim evime götürmemem koşuluyla Nemo’yu ona bırakmayı teklif etmiş. İşin komiği –ya da acıklısı- annemin de aklını karıştırmış, ben ona güvenemeyeceğini hatırlatınca toparlandı ancak.
Galiba bu yaz görüşemeden geçecek. Yargıtaydan dönen dosyanın ilk duruşması Ekim’de. Hakim hanım taraflarla görüşmediğini söyleyerek beni dinlemedi. İlk duruşmadan önce tedbir kararı da vermiyor. Ben yine de izin günlerimi saklıyorum, ne olur ne olmaz... Bunun Nemo için ne büyük bir hayalkırıklığı olduğu fikrini aklımdan kovmaya çalışıyorum. Ofiste ve adada daha kolay da evde yalnız olunca çok zor.
Vapurla adaya gitmenin en güzel tarafı arka açıkta oturup yol boyunca kitap okumak. Önce Zülfü Livaneli’nin Sevdalım Hayat’ını bitirdim. Shrek’in annesi okuyup çok beğenmiş, tavsiye etmişti. Gerçekten de çok hoş. Akıcı bir dille anlatılmış, Türkiye’nin son 50 yılına tanıklık eden bir otobiyografi. Sonra Pınar Kür’ün Hayalet Hikayeleri’ni okudum. O da hoş, su içer gibi okunuyor. Bugün motorda Elif Şafak’ın Siyah Süt’üne başladım; pek beklediğim gibi değil sanki, ama daha çok başındayım.
Sıcağı sıcağına yazmayınca böyle oluyor işte, konudan konuya seke seke dolaşılıyor, derinliksiz, ağırlıksız, yaz hafifliğinde.