"Raskolnikov, yeni giysilerini giydikten sonra masadaki paralara baktı............"
Devamını hatırlayamadım ama böyle başlıyor tanıtım filmi. Görme engelliler için hazırlanan
bir sesli çalışma ile ilgili. Reklam amaçlı da olsa, engelliye bedava ulaşan bir hizmet.
Abartılı, coşkulu,ağlamaklı seslerle iç burkan yapay sevgi şarkılarından farklı olarak
somut bir şeyler sunuyor.
Aslında üzerinde daha çok konuşmaya değer güzellikte ama, benim bugün aklıma üşüşenler
bambaşka. Parça parça, bölük-pörçük, sıraya koyamayacağım kadar karmaşık anılar,
duygular, düşünceler.
Tanıtımdaki parçayı ilk duyduğumda ve sonra hemen her izlediğimde tuhaf bir biçimde
yetmişli yılların ortalarında Ataköy' deki salonu sütunlu duvarları çift renk boyalı
evimizde, iş dönüşü siyah- beyaz televizyonumuzu izlediğimiz gecelerde buluyorum
kendimi. Yaşıtlarım o günlerin televizyon programlarımı muhtemelen benim gibi yana
yakıla ve özlemle hatırlıyorlar eminim. Dramatize eğitici köy programları, çocuklar
için eğitici-eğlendirici "Oyun Treni" (Levent Kırca-Köksal Engür) akşam klâsik TSM.
O kısacık dönemde (74-75) geceleri yanlış hatırlamıyorsam Sunullah Arısoy' un
(yanlışsa ve doğrusunu bilen varsa söylesin) tok sesiyle sunumunu yaptığı klasik
eserleri nasıl da keyifle izliyoruz. Ayrıca bir sürü Türk klasik eserinden uyarlanan
çoğu bu gün izlediklerimizden çok daha kaliteli, oyunculuk ve gerçeğe uygunluk
açısından çok daha mükemmel diziler var o günlerde. Bir kez daha Nurlar içinde yatsın
İsmail Cem diyorum.
Birkaç yıl daha geriye gidelim. 1970 ya da 71. Lise bitememiş, işe de henüz girmemişim.
Ağabeyim, ablam bankada, Rayuş lisede, hatırladığımda burnuma kitap kokuları gelecek
kadar çok okuduğum ve huzur duyduğum bir dönem. Bu dönemde bir yerlerde
babaannemle (bir babaanne bu kadar sevilir) l0- 15 günlük birlikteliğimiz var. Sabah
kahvelerimiz, bu esnada kimbilir kaçıncı kez aynı zevkle izlediğim sıradışı anıları var.
Bir de koltuklarımıza çekilip keyifle okuduğumuz kitaplar. Babaannemi kitap okurken
çaktırmadan izlemenin bana verdiği müthiş zevk var.
Aslen Yemen' li olan bu dünya tatlısı insan 70 lerinden sonra torunlarından yeni türkçeyi
öğrenmiş ve okuduğu ilk kitap 80 Günde Devrialem. Resmen gülerek ve kendi duyabileceği
kadar kısık bir sesle okuyor. Dudaklar kıpır kıpır.
O günlerde ben bir yandan yeni basılan her kitabı alıyor ve okuyorum, bir yandan da
orta okula giderken haftalıklarımla alıp okuduğum klasikleri bu kez hakkını vererek
okumaya çalışıyorum.
Şimdi işi biraz daha karıştırıp çabucak bu günlere dönelim. Geçtiğimiz günlerden birinde,
Kadıköy' deyiz. İstanbul' da edindiğim ilk arkadaşım ortaokuldan Sema (1964 yılından)
ve bizden 4-5 yaş küçük kızkardeşiyle birlikte, bir yandan yemek yiyor bir yandan da
eski günleri konuşuyoruz. Kâh gidenleri anarak hüzünleniyor, kâh zıpırlıklarımızı
hatırlayıp güülüyoruz. İlerleyen senelerde Serpil' in kocasıyla tanıştığı günler, onların
dillere destan fırtınalı ilişkileri, bana tanıştırmak üzere getirmesi filan biz bunları
konuşurken eşi de işini bitirip bulunduğumuz mekana geliyor ve bize katılıyor.
Çok uzun bir aradan sonra ilk karşılaşmamız. Benden 1-2 yaş küçük sanırım. Yıllar
ona da yapacağı kadarını yapmış. Bel hafif bükülmüş, saçlar ağarmış. Ama ilk
tanıdığım günlerdeki gibi zarif, kibar, saygılı. Elindeki kocaman poşeti boş sandalyeye
bırakıyor. İçi tıklım tıklım kitap dolu. Benim de içinde kitaplar olan bir poşetim var.
Blogger dostların okuyup önerdiği kitaplar. Bir umut alıyor da alıyorum. Mucize olur
da bir gün aşarım sorunumu umuduyla. Gösteriyorum. Nazlı Eray-Tozlu Altın Kafes,
Barış Bıçakçı-Sinek Isırıklarının Müellifi, İnci Aral- Yazma Büyüsü. Diğerlerinden
bahsediyorum. Yenilerden. "Çoğunu okudum" diyor. Okumayı çok sevdiğini biliyorum.
Tüm emekli öğretmenler gibi. "Bir çırpıda ve severek. Ama benim aklım gönlüm hâlâ
klasiklerde." Poşetine göz atıyorum. Suç ve Ceza dikkatimi çekiyor. Sahaflardan
toplamış. Knut Hamsun, Dresier, Turgenyev ve daha bir çok yazardan eserler.
"Her okuyuşumda bir ayrıntı, bir güzellik daha yakalıyorum, bir satırın daha altını
çiziyorum" diyor. "Her bitirişte de kendimi daha iyi hissediyorum."
Raskolnikov'un, suçluluk duygusu, vicdan muhasebesi, iyi ve kötü
kavramları, insan ruhunun karmaşası, gel-gitleri, Harp ve Sulh' un balık etli güzel
Nataşa' sının (Audrey Hepburn' u hiç yakıştıramamıştım o role) uçarı bir kızdan
olgun bir kadına dönüşmesi sürecini anımsıyorum. Kardeşi Petya öldüğünde ağladığımı.
Ergenlikte okurken savaştan bahseden sayfaları atladığımdan söz ederken aniden
"Kutuzov" ismi geliyor aklıma. Rus komutanı. Bilmecelerde resmini görmüşken
Türkan Şoray' ın ismini hatırlayamayan ben niçin bu ismi unutmadıysam. Sonraki
okuyuşlarımda bu komutanın askerleri için nasıl üzüldüğünü, kişiliğinin ne kadar
güçlü ve önemli olduğunu hatırlıyorum. Diğer çoğu karakterler gibi. Ve bu savaş
bölümlerinde Napolyon' un Moskova' yı işgalindeki başarısızlığının tüm arka planının
bulunduğunu anlıyorum. Benzer saptamalar birbirini kovalıyor. Hugo' nun Jean
Valjean' ından Turgenyev' in nihilist Bazarov' una geçiyoruz. Verther için döktüğüm
gözyaşlarımdan bahsediyorum. O da Steinbeck' in Lennie' sini nasıl içi burkularak
okuduğunu anlatıyor. Tüm bunları konuşurken, ergen yaşlardan beri kafama takılan
hep aynı soru yine çıkıyor karşıma.
Bunca betimlemeye, analize, geniş zamanlara, eskide kalmışlığa, modası geçmişliğe karşın,
sayfalarca yazılardan oluşan kalın ciltleri bu denli vaz geçilmez kılan ne ki dönüp dönüp
bir daha okuyoruz. Zevk almanın biraz da bilgilenmenin dışında bize kattığı ne?
Konu, günlük hayata, çoluğa çocuğa emekliliğe ve yaşam telaşlarına geliyor. Biraz
Fenerbahçe, şike durumları, biraz kadına şiddet, biraz politika derken yeniden geçmişte
buluyoruz kendimizi.
"Size geldiğimiz günü hatırlıyorum" diyor arkadaşım. Serpil sizden çok bahsetmişti.
Çok heyecanlanmıştım." Gerçekten eli ayağı titriyordu ilk geldiğinde. Hafta sonuydu ve
ben yalnızdım. Rayuş ya ağabeyimlerde ya da ablamlardaydı sanırım. Sonradan o heyacanı
Sema nın da yardımıyla şaka- şamata yatıştırmıştık. Yine uzun uzun kitaplardan,
konuşmuştuk.
"Hiç unutmuyorum, beğendili kebap yapmıştınız."
Şaşkınlıktan gözlerim yuvalarından fırlıyor. En az 30 yıl öncesi. Sofraya dair hiç bir şey
hatırlamıyorum. Şaşkınlığımı görünce gülüyor.
"Hiç unutmuyorum çünkü koyun eti kullanmıştınız . O güne kadar koyun etini kokusu
yüzünden hiç ağzıma sürmemiştim. O günden sonra da hiç yiyemedim."
O gün nezaketinden, beni kırmamak için sonuna kadar yemiş bitirmiş tabağındaki kebabı.
Şaşırmıyorum. Ben de olsam aynısını yapardım. Çok da yaptım zaten.
Sonra ufak bir şimşek çakıyor beynimde.
Bu mudur diyorum. Bu incelikte bu özende o poşetteki kitapların satırlarında dolaşan
Raskolnikovların, Jean Valjean ların, Buzukov ların, Bazarov ların, Nataşa ların, Sonya' ların,
yazarlarının yıllarca uğraşarak ruhlarını, vicdanlarını, tüm duygu ve düşüncelerini dantel gibi
şekillendirdikleri, tüm bu "insan" ların katkısı yok mudur.
Tüm o eserlerdeki mekanları, insanları, olayları ve duyguları en ince ayrıntılarıyla anlamaya,
benimsemeye, içselleştirmeye çalışırken sarfettiğimiz dikkat ve özeni, tüm o yaşanmışlıkların
ışığında kendi yaşamımımıza, ilişkilerimize farkında bile olmadan taşımamız normal değil midir.
Tüm o sevdiğimiz benimsediğimiz "mükemmel" "kusurlu" kahramanlar, önyargılarımızı ve
kibirlerimizi sorgulamamız için birer neden değil midir, ya da "iyi" ve "kötü" kavramlarını
tekrar tekrar gözden geçirmemiz için.
Neden olmasın?
Köpeklere fısıldayan adam, sen çok haklısın, doğru şeyler söylüyorsun, uygulanınca işe
yarayan şeyler. Tek bir dokunuşla, tek bir parmak şıklatmayla mucize gibi süt limana
döndü evimiz, ilişkimiz. Baştan güzel gibiydi de...
Ama olmadi işte...
Baştan herşey güzel gibiydi. Olması gerektiği gibi. Bu kadar kolay olmasını beklemiyordum
doğrusu, bu yeni patron- işçi, sahip-köle ilişkisinin aramızda kuruluverme işinin.
Yaşamın; emeksiz, çabasız, sıkıntısız, ter ve biraz gözyaşı dökmeden kimseye zırnık
vermediğini, hiç bir güzelliğin kolay elde edilmediğini bilecek kadar yaşamıştım çünkü.
Olmadı da zaten...
Biraz önce uyandırmamaya çalışarak (uyandı maalesef) kanepede resmini çektiğim
o tüylü çirkin şeyle biz bundan hiç hoşlanmadık.
Bu sabah olduğu gibi sabahları, kocaman diliyle yüzümü yalayarak, bir yandan da
mıyırdanarak rüyamın en güzel yerinde uykumdan uyandırsa da...
Mamasını yemeye başlamak için bana saatlerce dil döktürse de...
Koca kâse kuru mamayı, evin muhtelif köşelerine sürekli yer değiştirip bunu oyun
haline getirdiği için peşinde dolaştırıp tek tek ağzına isabet ettirmeye çalışmaktan sağ
omuzuma ağrılar saplansa da...
Gecenin bir yarısı duyduğu bir köpek sesine ya da kapı her çalındığında çılgınlar
gibi havlasa da...
Parkta yürürken, aniden altına daldığı dalları alçak bir iğne yapraklının iğneleri, alnımı
yüzümü paralasa, ya da ani karar değiştirmeleri ile zaman zaman ben onu değil de
çeke çeke o beni dolaştırıyor olsa da...
Tüm bunların hepsini, sürekli sinmiş , önceleri oyun sansa da sezgi ve duygularıyla
kavrayıverip hiç hoşlanmadığı bu duruma kızgın haline, ön patileri çenesinin altında
yerde yatarken alttan alttan bana çevirdiği gücenik bakışlarına, parkta yanımdaki süt
dökmüş kedi hallerine yeğliyorum.
Cesar Millan, asla konuşmayın sessiz ve ifadesiz olun diyorsun.
Benim ise ona anlatacak, ondan talep edilecek bir dolu şeyim var.
Canım sıkıldığı zaman onu yanıma çağırıp mıncırmam gerek. Bazan " Paaçooz" şeklinde
çağırmalara tenezzül etmezse ya da istifini bozmak istemezse son kozumu kullanır
"pşşaaaaa" diye uyduruktan sertçe hapşırırım. Anında yanımdadır. Hiç şaşmaz.
Ya da yakınlardaysa ve gel dememe kulak asmayıp yürüyüp gidiyorsa sihirli kelimeyi
kullanırım. "Ama öpücem" derim. Hemen tırıs tırıs gelir alnını uzatır. Uzun uzun koklaya
koklaya öperim. Kokusu (bazan toprak kokusu da karışır) göz yaşartacak kadar güzeldir.
Varlığını o kadar benimsemişimdir ki, bazan odadan çıkıp giderken " şu benim ışığı da
söndür giderken", ya da, "gelirken bana da bi bardak su kap getir" diyecek olurum.
Ben bu satırları yazarken gelip mızırdanarak hatırlattığı şeyi bu yazıyı yolladıktan sonra
her gece olduğu gibi tekrarlayacağız. Ben yatacağım, ama önce bir yerlere, yastığımın altı,
yorganın kıvrımları arası ya da pijamamın cebine çok sevdiği beyaz küçük kemiği saklayıp
küçük bir tas kuru mama hazırlayacağım. O gelip önce tek tek elimden mamaları yiyecek
sonra koklaya koklaya bir yandan da keyifle kuyruğunu sallayarak kemiği arayacak. Bulması
ne kadar uzarsa ikimiz de o kadar eğleneceğiz. Kemiği ağzına alacak, güm diye aşağı
atlayıp istediği yerde yiyecek, sonra da sırf bu iş için böldüğü uykusuna geri dönecek.
Biz bütün bunları yapmalıyız Cesar Millan. Buna her ikimizin de gereksinimi var.
Evet Paçoz bir köpek ama aynı zamanda benim şımarık ve yaygaracı kızım, sevgi dolu
sadık dostum ve nazlı hastalıklı ninem. Daha da bir sürü şeyim. Can yoldaşım.
Ama asla kulum, kölem ya da maiyetim olamaz bu saatten sonra.
Hiç kusura bakma...
Yine bir 'sevgi' dir bir 'insan' dır tutturmuş gidiyordum. Her şeye herkese anlamlar
yüklemiş, uykularımı saçma sapan tamamiyle bireysel hassasiyetlere feda etmiş,
ufak ufak kızgınlıklarımı ve öfke parçacıklarımı da sevdiklerime, etrafımda beni seven
kim varsa bencilce yansıtmaya başlamıştım.
Yine aynı şey oldu. Yaşam gerçeği bana bir kez daha gösterdi. Bir ders daha verdi.
İnsan neymiş insanlık neymiş. Sevgi neymiş.
İnsanoğlu, kötülüğün sınırını nerelere kadar zorlamış.
"İnsan" "insan" lığının boyutlarını nasıl da devleştirebiliyormuş gerektiğinde...
Sevgi; sevgisiz, cahil, bencil, hoyrat bir adamın, yüreği sevgi yerine taş toprakla dolu, gözünü rant
bürümüşbir caninin, cinayet mahaline, kıyım makinesine hiç utanmadan verdiği isim. Sanki
anlamını bilirmiş gibi. Sanki zerresini yüreğinde taşırmış gibi. İnsanlarla alay eder gibi...
"Sevgi Apartmanı" Erciş' te bir moloz yığını. Yirmi insan bedeni cansız olarak
çıkarılmış içinden. Daha fazlası da taş toprak yığınları arasında bekliyor.
Beyimiz sırıtarak, en ufak bir üzüntü duymadan gazetecilerin sorularına cevap
veriyor. Vicdanı rahatmış. İki de çadır kapmış üç katlı villasının bahçesine.
Ne oluır ne olmazmış. Birkaç tane çatlak vermış evlerinde. Gerektiğinde çadıra
kaçacaklarmış. Eminim geceleri çok rahat uyuyordur. O ve hesap vermesi gereken,
talancı, yalancı, rantçı, fırsatçı, mezar kazıcı, istifçi yüzsüz yığınlar.
Diğer yandan, yüreğinde gerçek insan sevgisi taşıyan yığınlarca insan, varını yoğunu,
elindekini kalbindekini nasıl ulaştırabileceğini düşünerek, gidenlerin yerine ulaşmama
ihtimalinden korkarak, ve buna öfkelenerek uykusuz geceler geçiriyor.
Bireysel ya da toplumsal, şöyle sağlam bir güven duygusundan yoksun olunca sevgi,
iyi niyet, fedakârlık ve gösterilen tüm çaba, sanki biraz anlamını yitiriyor, yaşamın
tadını kaçırıyor. İki tarafın da içine sinmiyor.
Bir mucize olsa da, tüm yaralar çarçabuk sarılsa, her şey şimşek hızıyla yoluna girse.
Tüm aksaklıklar düzelse, kavgalar bitse, sevgi, saygı, güven, dostluk, kardeşlik tüm
insanlığa hakim olsa. Bu gün buna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Kişisel ve toplum olarak, tüm yaşananlardan keşke gerekli dersi alabilsek...
İyi ki varsın Rayuş...
Dünyanın en tatlı kızkardeşi günlerdir hatta aylardır başımın etini
yiyordu. "Şu Sezar' a bi bak." diye diye.
"Çok faydasını göreceksin. Adam mucizeler yaratıyor. Yalnız sen
değil Paçoz da rahat edecek."
O ısrar ettikçe ben sıkıldım. Anlattığı örnekleri yarım kulak
dinledim. Ne yani, 11 yıldan sonra
bir köpeği değiştirmek, bir program yönlendirmesiyle olacak iş
miydi. Köpek psikoloğu imiş.
Hadi canım. Hepsi para tuzağı. Belki de ona önerdiğim bazı dizileri "bak bu öyle hiç sandığın
gibi değil çok güzel bi seyret seveceksin" diye adeta yalvarmama rağmen izlemeyip müzikle
ve kanun çalmakla haşır neşir olduğu için kızgınlığımdan hep gözardı ettim.
Uzatmıyalım, son zamanlarda yediklerini -ki çoğu kuru mama bazan varsa uygun yemek-
çiğnemeden yuttuğunu farkettim. Ve sabah akşam dolaştırma esnasında eskisi gibi
dışarı çıkamadığını (uğraşmalarına rağmen) tesbit
ettim. Zaten çok zor olan yedirme faslına
bir de çiğnemesi için dil dökme faslı ilave oldu.
"Hadi paçoz- bak yemezsen Siyar'a vericem-
bak ilaç geliyo ama -kızıcam ama..." fasıllarına bir
de "çiğnediğini duyiym- duymadım-bak
yine yuttun- çiynemezsen vermiycem..." ler ilave
oldu. Bu arada şaklabanlıklar, göstermeli
çiğneme uygulamaları (unuttuysa hatırlaması için, yaşlı çünkü) cabası.
Geçen gece uykum kaçınca şu Sezar' a bi göz atiyym dedim. Bakalım kimmiş , neyin nesiymiş.
Girdim You Tube' a tıkladım ismini. "Dog Whisperer" ba ba ba ba. Ne demekse... Her neyse
izlemeye başladım. İzledikçe ilgimi çekti. Her sorun tanıdık ama yaptığım her şey hata???
İzledikçe şaşkınlık, hayranlık, pişmanlık, kendime olan kızgınlık ardarda geldi.
Sorunlu köpekler...Sorunlu sahipler... Hepsi Paçoz. Hepsi ben. Örnekler...Örnekler...
Tesbitim şu oldu. Bizim ilişkimizde hatalı olan ve değişmesi gereken benmişim.
Sorun, aşırı sevgi ve zaaf. Değiştirilmesi gereken onu gösterme biçimim.
Çok teknik ayrıntıya girmeyip birçok şeyi kısa zamanda hallettiğimi söyleyeyim.
Artık her canım sıkıldığında can kurtaran simidi gibi boynuna atılıp " iyi ki varsın" "cansın"
mırıltılarıyla salya sümük ağlamıyorum.
Yemek yedirirken tek kelime konuşmuyorum. Pirimiz Sezar' dan öğrendiğim bazı küçük
etkili hareketleri uyguluyorum. Çok da güzel hem de çiyneyerek yiyor. İstediğim zaman
ben yediriyorum. (Bunu yapmayı seviyorum) Güzeli, artık kendisi önündeki kâseden
doyana kadar yiyebiliyor. Ah Sezar ne nimetler bahşettin sen bize.
Kapı çaldığında, dışardan köpek sesi duyduğunda havlamaya başlayınca tek bir kol işareti
susması için yetiyor. Gezintiye çıktığımızda beni çekiştirip ayağımın tekrar burkulmasına
neden olacak ani yön değiştirmeleri küçük bir ayak hareketiyle engellenebiliyor.
Sadece ufak bir dokunuşla.
Artık sabah uyandığımda "aman da aman benim yavrum uyanmış mı" şeklindeki
bebek lisanı konuşmalarım, derhal karşılığında mızırdanarak gösterdiği yemek, oyun
ya da ne idüğü belirsiz talepleri bitmiş durumda.
Her şey daha sakin birlikteliğimizde.
Ben biraz şaşkınım. Sanırım bir evlat kaybettim. Dost ve itaatkâr bir köpeğe sahibim
artık. Sevgimi daha içimde yaşıyorum.
O zaten bir köpek olduğunu biliyordu. Şimdi istediği oldu. Sığınabileceği, güvenebileceği,
itaat edebileceği bir sahibi var artık. Daha az şaşkın daha çok hakim bir sahip. Meğer onun
istediği de buymuş. Tüm köpeklerin istediği buymuş. Kedilerin aksine.
Bunu yazınca bugün kahva faslında, Rayuş' un kaplan kılıklı asi Garfield' e
koltuğunu kaptırmamak için gösterdiği canhıraş çaba geldi aklıma. Ne komik.
Zavallı kardeşim benim. Asla patron olamayacak :))
Dün blogları gezinirken Güngör' ün Kızılderili burçlarıyla ilgili postu dikkarimi çekti.
Bana ait olanın (tarihinden anladığıma göre) özellikleri Yengeç' in aynı ve bana uyuyor.
Esas benimsediğim ve bana en çok uyanı ismi. AĞAÇKAKAN.
Evet biz yengeçler de tıpkı ağaçkakanlar gibiyiz. Sevgimizle tüm çevremizdekilerin
başının etini yiyoruz. Kaçan kurtuluyor.
Paçozun başı kurtuldu. Darısı çevremdeki insanların başına.
Galiba bunun çözümü You Tube da yok. Kendim halletmek zorundayım :)
Herkese güzel bir hafta sonu diliyorum.
Biliyorum görüntü, taşıma çok acemice. Ben teknik özürlüyüm. Bu haberi videoyu çok daha iyi sergileyecek yüzlerce blogger var içinizde. Ama gelin içeriğe bakın derim ben. Gerekli yerleri tıklayın, görüntüleri seyredip olanı biteni okuyup öğrenin. Tıpkı benim gibi, isyanla umudu, nefretle sevgiyi aynı anda yaşayacaksınız eminim. Çok özel bir ülke burası. Çok kötülerle çok iyileri çok uzun yıllardan beridir bağrında taşıyor. Zaman zaman her şey kötüden yana diye düşünüp umudumuzu tam da yitirmeye başlayacakken sevginin görünmez gücü görünür oluyor ve mucizeler geliyor. Ormanda geceli gündüzlü nöbet tutup hayvanlara bakan, zehirlenmiş olanları yaşama döndüren tüm gönüllü veteriner ve hayvan severlere sonsuz minnet ve şükranlarımı sunuyorum... Ormanda köpek seferberliği | |||||
| |||||
Arnavutköy Bolluca Ormanı'ndaki zehirlenen sokak köpekleri havyanseverleri seferber etti.
| |||||
| | ||||
|
Galiba bayramın son günüydü. Misafirler yeni gitmişti ve ortalığı toparlıyordum.
Salondaki televizyon açıktı. Ekranda açık havada bir kız çocuğu kalabalık karşısında
konuşuyordu. Neden bahsettiğini emin olun bilmiyorum. Bir ara sustu. Daha doğrusu
konuşmak istiyordu ama boğazı düğümlenmiş gibiydi. Merakla bekledim. Yutkunarak devam
etti. "Bir de rica ediyorum... lütfen..." Ağlamaya başladı. "Çocuklar karne hediyesi
olarak babalarından köpek istiyorlar. Sonra da aldıkları köpeklere bakamayıp sokağa
bırakıyorlar." Hıçkıra hıçkıra devam etti. Artık ezberlediklerini değil
hissettiklerini söylüyordu. " Yazık değli...mi...o köpeklere.... aç kalıyorlar..." Hıçkırmaktan
daha fazla konuşamadı. Yüzünü kapatıp kaçtı gitti. Çok masum bir acıydı...
Biraz önce orman tarafından gelen ve son zamanlarda hayli artan köpek çığlıklarını
işitince birden o kız çocuğunu ve o akşam beni de ağlatan saf üzüntüsünü hatırladım.
Hemen ayaklarımın dibinde huzurla uyuyan Paçoza bir göz attım. Biricik dostuma...
11 yılı aşkın bir süre önce ben de aynı hataya düşmek üzereydim...
Rayuşla kahve içiyorduk arkadaşım aradığında. "Şimdi kucağımda ne var biliyor musun,
minicik şipşirin bir yavru. " l5 - l6 yaşlarımızdan beri , hemen her hafta sonu,
çoğu yaz tatillerinde seyahatlerde birlikte olduğumuz arkadaşım ilk defa bir köpekten böyle
heyecanla bahsediyordu. "Gece ayaklarımın dibinde uyudu. Öyle masum ki zavallı. İki
de kardeşi var. Onlar da çok güzel. Diğerlerini dağıttım. Hadi bunları da siz
alın. Hemen yarın getiririm. Çoook güzelleeer..."
Eşinin akrabalarından birinin çiftliğinde bir ay önce doğmuşlar. Anneleri ölmüş,
aç bi-ilaç ortada kalmışlar. Colie-sokak kırmalarıymışlar.
Rayegân' la bir an bakıştık. " Hemmen getir " dedik. O tarihlerde onlarda evde kedi yok.
Hastalıklar, filan. Yeni biraz toparlanılmış. Yaşamla uyuşmaya çalışıyoruz.
Her neyse, şirin şirin planlar yaptık. Tüm köpekli enstantanelar düşünüldü.
Köpekli filmler, ağzında gazete taşıyan şirin köpekler, keyifli oyunlar...
Rayuş, aşağıya evine inip coşkuyla eşine anlatınca, sağduyulu, serinkanlı eniştem
ona hemen almadan önce biraz düşünmesini önermiş. Benim tam 6 ay süreyle yaşamımı
allak bullak eden tüm güçlükleri sıralamış. Tabii vazgeçilmiş. İşin komik yanı,
arkadaşım da o ilk günlerin coşkusundan sonra kırılan ilk değerli vazonun
arkasından yollamış bir başka arkadaşına.
Bense şaşkın, acemi, evin içinde oradan oraya koşturup durmuştum. Ne ayakkabım kalmıştı
kemirilmedik, ne rujum yenmedik. Birden büyüyüvermişti korkmuştum. Sesinden
ürkmüştüm. Oraya buraya yaptığı çişleri silmekten bileklik takmak zorunda kalmış, bütün
eve naylonlar sermiştim. Kitaplardan okuduğum tuvalet eğitimini uygulamaya çalışıyordum.
Oysa bildiğini okuyor, her şeyden habersiz şaklabanlıklar yapıp duruyordu. Bir yandan
çaresizlikten ağlıyor, bazı şeylerine de kahkahalarla gülüyordum.
Bu günlere kolay gelinmemişti yani...
Bu on bir küsur yıllık kaya gibi sağlam dost, şu anda ne yazdığımı biliyormuşcasına yanımda
gururla kuyruk sallıyorsa bunda her ikimizin de doğallığının ve içimizden birinin
doğası gereği kafasının hiç karışık olmamasının karşısına verdiği rahatlık yatmakta.
Köpekler dostlarının yanından sıkılınca yok olmazlar.
Ve o mükemmel sezgileriyle sizin her sıkıntınızda yanınızda bitiverirler.
Ön iki patileriyle dizlerinize basıp sessizce akan gözyaşlarınızı koca dilleriyle
silerler.
Ve ölene kadar dostlarının yanında dimdik kalmasını bilirler.
Düşünüyorum da, aslında sadece biraz acılı, biraz şaşkın olduğum bir dönemde,
hakkında hiç bir şey bilmediğim birini, fazla düşünmeden koruma saikiyle
hayatıma sokmak fikri aslında ne büyük bir riskmiş. Hemen altı ay sonra onu
bir başkasına yollamayı düşündüğümü hatırlıyorum. Son anda ağlayarak vazgeçtiğimi.
Yapabilseydim, ben bu gün onu aklımdan tamamiyle çıkarmış, yaşantıma devam ediyor
olacaktım. Ama biliyorum ki onun için hiç kolay olmayacaktı.
Evet dostluk böyle başlamamalı.
Şansa bırakılmayacak kadar değerli çünkü...
Aslında güne hiç de iyi başlamamıştım...
Son zamanlarda gözlemlediğim bazı şeyleri bir türlü içime sindiremiyordum.
Hatta eni konu umutsuzluğa da kapılmaya başlamıştım.
Birlik ve beraberliğin, sevgi ve paylaşımın zirvede olması gereken bu güzel ayda, insanların
muhtelif nedenlerden kabuklarına çekilip, birbirlerinden uzaklaştığını görmek, sokaklarda,
araçlarda parlamaya hazır gergin sararmış, asık yüzlü insanlar izlemek...
Ramazan Ayı' nı, sadece açlık ve tövbe ayı sayıp evlerine kapananlar...
İhmale uğrayan dostluklar...
Yine ardarda gelen şehit haberleri...
Sıkıntılar içinde yorgun argın girdim eve. Kuyruğunu sallayan Paçozun başını okşadım,
elimi yüzümü yıkadım. Sonra umutsuzca, sadece alışkanlıktan göz ucuyla baktım, Ramazan' ın
başından beri pek de çalmayan telefonuma.
Ekranda bir numara vardı...Bir de küçük mesaj...
Bir küçük özür mesajı.
Hiç beklemediğim ama görmeyi (duymayı) çok istediğim...
Beni rahatlatan, içimi huzurla dolduran...
Çok teşekkür ederim.
İnsan' a dair umudumun hiç eksilmemesi gerektiğini bana bir kez daha hatırlattığın, beni
böylesine mutlu kıldığın için...
Kocaman sevgiler sana...
Baharın, uyanıp yukarıdaki tatlı selamı ve muzip şirinlikleriyle doğada olacakların müjdesini verirken biz yaştakileri bu kadar hırpalaması ne kötü.
Hiç umut vadetmeyen bir kuru ağaç, günü gelince, şapkasından sürpriz tomurcuklarını çıkarıp selamını veriyor ve bununla ruhumuz alabildiğine şenleniyor.
Bir hafta içinde doğa, çırılçıplak dalları kimi görkemli bembeyaz elbisesi içinde bir geline, ( ki beyaz bence en güzeli), ya da uçuşan pespembe elbisesiyle salınan mezuniyet balosu öğrencisine dönüştürüp, onları kuşların keyifli musikisi eşliğinde, esen tatlı meltemin ritmiyle dansettirirken
bize adeta nispet yapıyor.
Bir yanımız bu şölene keyifle katılmaya çalışırken, eklem ağrılarımız dans partisini engellese de, seyirci koltuklarımızda sükunetle izlerken, yanımızda yöremizdeki boş koltuklara dostlarımızın sağlıkla dönmesini bekliyor, baharın ancak böyle içimize sineceğini biliyoruz.
Tüm ağrıların, kaygıların, yanı sıra, öyle güzel de sürprizleri var ki yaşamın...
On beş gün önce ektiğim semizotu tohumlarını sabah akşam sulamama rağmen (maydanos ve dereotu da ayrı) en ufak bişr kıpırtı görmediğim için tam umudumu kesmişken bu gün akşam üzeri gözüne ilişiveren birkaç küçük yeşil yaprakçık...
Masamın üzerine öylesine bırakılıveren, heyecanlı, kargacık burgacık bir yazıyla telaşlı, heyecanlı ve yüreği sevgi dolu bir genç eliyle yazılmış harikulade bir mektup...
Hep sevgiyle kalalım...
Dün keyifle üçüncü yılımı kutlamış, blogumun beni nasıl mutlu ettiğini , emeklilik günlerimi nasıl keyifli bir hale dönüştürdüğünü, geçmişi ve bu günü bir yerlere not ederek hiç bir şey hatırlayamayacağım günler için nasıl zevkle stokladığımı....
Çeşitli yaşlardan edindiğim yeni dostlarla bir çok güzelliği nasıl zevkle paylaştığımı, mesafelerin,sevgi konusunda hiç de engel teşkil etmediğini, insanların yanyana ve gözgöze gelmeden de birbirlerine sarılabileceğini idrak etmenin nasıl güzel bir şey olduğunu...
Bu blogu açmamın gerçek sebebi ( başlangıçta) çok sevdiğim Tagore ' umun naif sevgi, insan ve de özellikle de çocukla ilgili güzelim yazılarını otantik resimlerle bezeyerek mümkün olduğunca herkesin beğenisine sunma çabalarımı, bunu yaparken duyduğum zevki...
Tüm bunları düşündükçe,
bu güne kadar yaptıklarımın yokolma,
ve bir daha bunları hiç yapamayacak olma ihtimali karşısında hissettiğim
şaşkınlığı
hayal kırıklığını
üzüntüyü
ve
en çok da
öfkeyi
ifade edecek sözcük bulamıyorum.
Bulabilseydim yazabilir miydim ondan şüphe duyuyorum.
Bunun için de utanıyorum.
Ama kendimden değil.
Bana bunu hissettirenlerden.
Güzel bir geceydi...
Bir tanışma,
hoş başlangıçlar için keyifli bir veda,
sevgiyle hazırlanmış bir masa
çok lezzetli bir şarap
saygı ve sevgi dolu bir paylaşım.
Kadehimi kaldırırken ,
geçmişte, çok fazla düşünülmeden
gelişine ağzımızdan dökülüveren
o çok bildik birkaç kelime,
bir klişe
bu kez yüreğimden, biraz buruk ama
istekle, umutla ve inançla tekrarlanırken,
aynı hevesle tüm yüreklerde yerini buldu.
"En kötü günümüz böyle olsun."
Ertesi gün öğrendik ki ...
Aynı gece,
Hemen üst katımızda,
Bir anne ve üç evladı
sessiz sedasız
bir büyük veda merasimi yaşayıp
bir son yolculuğa mendil sallamışlar.
Babalarını uğurlamışlar.
Gerçekten "en kötü günlerini "
yaşamışlar.
Bu günlerde, her yerde, birçok insanın sık sık tekrarladığı; (ben de dahil)
Bazılarının da inceden inceye 'ti' ye aldığı
bir klişeyi bir kez daha yineliyorum
çaresizce.
Yaşam, böyle bir şey işte...
Yaratılış daha yeni olduğu ve bütün yıldızlar ilk görkemleriyle parıldadıkları zaman,
tanrılar gökte meclislerini kurdular, ve:
"Ey mükemmeliyet tanımlaması, katışıksız neşe !..." diye keyifle şarkılar söylediler.
Fakat birisi birdenbire bağırdı :
" Işık dizisinin bir yerinde bir kopuk var ve yıldızlardan biri kaybolmuş gibi geliyor
bana..."
Harplarının altından telleri koptu. Türküleri sustu. Dehşet, korku ile bağırıştılar.
"Evet, bu kaybolan yıldız en güzeliydi. Bütün göklerin şanı, zaferiydi o..."
O günden beri, onun aranması hiç bitip tükenmez, ve onunla, dünyanın biricik
neşesini kaybettiği feryadı birinden ötekine ulaşır.
Yalnız gecenin en derin sessizliğinde yıldızlar gülümser ve aralarında fısıldaşırlar:
" Bu arama boşunadır. Herşeyin üstünde, burada dört dörtlük bir güzellik hüküm
sürmektedir!"
Sır Rabındranath TAGORE
Gitanjali' den.
Geçenlerde bir dostum 30 yaşlarındaki oğlundan bahsederken çok endişeliydi.
Sebep?
Delikanlı, evde sürekli ıslık çalıyordu.
Bir evin tek çocuğuydu. Geç geldiği için de çok kıymetliydi. Her istediği alındı. Kolejlerde
okutuldu.
Hiç şımarmadı. Saygılı ve terbiyeliydi. Aynı zamanda neşeli, dost canlısı ve güler yüzlü.
Anne ile baba sürekli kavga ediyorlardı. Çocuğun gelişi başta biraz hızını kestiyse de çift, kavga
etmekten hiç geri durmadı. Onların odalarından yükselerek artan seslerini duymamak için
5-6 yaşlarındayken yüksek sesle şarkı söyler dönerek zıplayarak oynardı. Güfte ona aitti ve tek
cümlenin tekrarından ibaretti. " Biz neşeli bir aileyiz, ben mutlu bir çocuğum."
10- 11 yaşlarındayken babasını kaybetti. Okula ilk gittiği gün öğretmeni ve arkadaşları baş
sağlığı dilediklerinde "ölüm de doğum kadar doğal bir şey " dedi ve sessizce yerine oturdu.
Okul psikoloğu dostumu çağırarak bu garip savunma mekanizmasının doğal olmadığını belirtti.
Anne oğul sakin bir yaşam sürmeye başladılar. Pek sorun yok gibiydi. Üniversiteye başladı.
Yine dışa dönük, sosyal neşeli bir gençti. Ama onun da sorunları vardı doğal olarak.
Bir gün annesi tuhaf bir şey farketti. Oğlunun sıkıntılı ya da üzgün olduğunu her anne gibi
o da bir bakışta anlıyordu. Farkettiği şey, böyle zamanlarda ıslık çalıyordu. Hem de neşeli
melodiler. Önce belli etmedi. Önemsememek en güzeliydi. Sonra bir gün oğlan aniden
ıslık çalmaya başlayınca bilinçsizce " yine canın neye sıkıldı" diye sordu. Delikanlı önce şaşırdı,
sonra ikisi birlikte gülmeye başladılar.
Okul bitti. Master bitti. Askerlik bitti. Mükemmel kız arkadaşı ile iyi giden bir ilişkisi vardı.
Dostumun ve delikanlının tüm çabalarına rağmen bir iş bulamadılar. 500-600 TL maaşlı
işlerde çalıştı, parasını alamadı. Yuva kurmak, çocuk sahibi olmak istiyordu ama kız arkadaşının
babasıyla tanışmaya yüzü yoktu. Sokaklarda gördükleri, dünyada ve ülkede olup bitenler
giderek artan endişeler ve gelecekle ilgili umut ve güven boşluğu ve daha kim bilir neler
otuzunu aşkın bu yakışıklı delikanlının geçmişten gelen savunma mekanizmasını yeniden
hayata geçirmesine neden olmuştu.
Anne üzgün ve çaresizdi tüm bunları anlatırken.
Oğlu yüzünde garip bir tebessümle evde sürekli ıslık çalıyor ve hiç sorunu yokmuş gibi
davranıyordu.
Dostum bu yapay neşeden ve bu vaz geçmişlikten çok endişe duyuyordu. Haklıydı.
Son zamanlarda hepimiz benzer tavırlar içindeyiz aslında.
Dudaklarımızda sessiz ıslıklar, yüzümüzde yapmacık tebessümlerle sürdürüyoruz hayatımızı.
Tıpkı şarkıdaki gibi.
"Hani ıssız bir yoldan geçerken
Hani bir korku duyar da insan
Hani bir şarkı söyler içinden
İşte öyle bir şey..."
Güzel günlere...
Aslında şirin bir haberdi. Sunucu da gülerek anlattı bu yüzden. Şimdi adı aklıma gelmiyor bir Anadolu şehrinde anne ve sekiz-on kadar yavru ördek, yavrular annelerinin arkasında çok düzgün bir şekilde sıralanmış, nazlı nazlı yürürken aniden çok şiddetli bir rüzgar esiyor ve yavrular ve anne her biri bir yana savruluyorlar, tüyleri uçuşuyor etrafa, oradan oraya sürükleniyorlar, yuvarlanıyorlar. Anne yavruları toparlamaya çalışıyor. Ortalık toz duman. Birkaç dakikalık bir görüntü. Rüzgar duruyor, hepsi ayağa kalkıyor, silkiniyor, anne yine öne geçiyor yavrular çakı gibi sıraya giriyor ve hiç bir şey olmamış gibi yürümelerine devam ediyorlar. Tüyleri biraz karışık görünüyor ve bu da onları daha da şirin yapıyor.
Ama ben izlerken gülemedim. Duygularımı anlatmam gerekirse:
Hani bir aktris olsam, acıklı bir sahne çekiyor olsam ve yönetmen mutlaka gözyaşı dökmem gerektiğini söylese bu birkaç dakikalık haberi düşünmem yeterli olacak.
Konu hayvan olunca zararsız, savunmasız, korunmasız, kötülük nereden gelirse gelsin içi acıyor insanın.
Akşamın alaca karanlığında Paçoz' la dolaşırken önce kulak paralayan çocuk çığlıkları ve kaçışmalar, ardından da bir köpek havlaması duyuldu. Üç tane oğlan çocuğu ışıklı ana caddeden hızla bağırışarak karşıya geçip parka daldılar. Ellerinde sopalar, var güçleriyle kaçtılar keyifli korkulu çığlıklarla.
Ardından berbat bir fren sesiyle birlikte acı bir köpek uluması.
Marketin önünde sürekli uyuklayan köpeklerden beyaz olanı, inleyerek topallayarak, canını yakanları takip etmekten vazgeçip döndü karanlıklara karıştı.
Orada ellerinde sopalar insanlar birbirlerine girmiş olsalar, birbirlerinin canlarını yaksalar kılım kıpırdamayacaktı biliyorum. Çünkü onlar, çoğunlukla önce birbirlerine düşerler, ağızlarından salyalar akıtarak kanlı gözlerle birbirlerine en ağır hakaretleri ederler, beş dakika sonra sarmaş dolaş devam ederler hiç birşey olmamış gibi.
İnsanlar...
Bir gün, uzun uzun sohbet ederler sizinle parkta, markette, asansörde. Tansiyonlarını, diz ağrılarını anlatırlar, akıllarına ne geldiyse.
Üç gün sonra keyifleri istemez, selamınıza karşılık vermezler. Bunlar günlük, sıradan insan ilişkileridir sadece bozulursunuz biraz. Şaşırmazsınız bile...
Uzun zamandır tanıdığınız ama bir türlü dost olamadığınız insanlar vardır. Hep bir şey eksiktir. Adını bir türlü koyamazsınız. Sevgi ile alakalı, ya da güvenle, halledemediğiniz, uğraşıp da dolduramadığınız bir boşluk. Yokluk. İçinize sinmeyen, en küçük bir kıvılcımla her seferinde daha da büyüdüğünü acıyla farkettiğiniz bir yabancılık hali. Ümitsiz...
Uzun zamanlarda, ya da çok kısa zamanlarda yüreklere çivilenmiş dosluklar vardır bir de. Bakınca içinizi titreten sevgi dolu bakışlarıyla, sağlam duruşlarıyla, uzakta iken de birlikteyken de yanınızda, kaya gibi sağlam, çiçek kadar naif dostlar vardır. Mutluluk ve güven verirler.
Bazıları da, beklenmedik zamanlarda karşınıza çıkarlar. Ruhlarını açarlar. Güzel şeyler görürsünüz o ruhlarda.
İzlerini düşürürler yüreğinize. Önemsetirler kendilerini. Öyle önemsersiniz ki dertlerini derdiniz,
sevinçlerini sevinciniz bilirsiniz.
Bunu yaşamın küçük sürprizleri sayar, heyecan duyar, koyarsınız yüreğinizi siz de ortaya.
Size iltifat ederler bazıları. Değer verdiklerini söylerler. İnanmamanız için sebep yoktur. Çocuk gibi sevinirsiniz. Hatta şımarırsınız hafiften.
Siz böyle keyifle sallanıp yuvarlanırken bir sabah uyandığınızda, bir bakarsınız ki gitmişler.
Hadi be, dersiniz uyku mahmurluğuyla, n'oldu ki şimdi.
Yüzünüze çarptığınız su sizi kendinize getirir getirmesine ama....
Buna şaşırmaktan asla vazgeçemezsiniz.
Bu sebepsiz ve de habersiz gidişlerin ruhunuzda açtığı incecik sızılara alışmak çok zordur işte...
"Sus... Konuşma.... Karşında anneannen yaşında bir kadın konuşuyor. Hadsizliğin lüzumu yok. Sen sadece dinleyeceksin!..."
Cam kenarında oturan otuzlu yaşlardaki genç kadın, çay, su servisi yapan, en fazla 18 gösteren sıska delikanlının şirketini aslanlar gibi savunmaya çalışırken acemi bir şekilde kullandığı kollarından birini bileğinden sımsıkı kavramıştı anlamsızca, bu sözleri öfkeyle söylerken..
Annesi tiz sesiyle bağırmaya devam etti. "Böyle rezalet olmaz. Zaten yarım saat geç kaldırdınız otobüsü. Yarım saat de feribot bekledik. Koskoca otobüs şirketi, arada yolcu da aldınız. Şimdi de herkesi istediği yerde bırakıyorsunuz. Bu ne keyfilik böyle. Görürsünüz siz. Benim eşim avukat. Sürüm sürüm süründüreceğim hepinizi.
Çocuğun ısrarla "ama yolcu gecikti... yağmur...feribotta bizim suçumuz..." gibi başlayıp da bitiremediği savunmaları, anne kızın kulakları tırmalayan sesleriyle hiç kesmeden ettikleri bitmeyen şikayetler arasında kaynadı gitti.
Akçay' a varmak üzereydik. Arkamdaki hanım yaptığı telefon konuşmasından sonra yardımcı çocuğu çağırıp çantasının yanında olduğunu, garda değil de biraz ileride yol üzerinde ismini söylediği sitede çabucak inivermesinin mümkün olup olmadığını şöföre sormasını istemişti.
Güler yüzlü delikanlının gelip de "tamam abla" demesi önümdeki anne- kızın bu şekilde çılgınlar gibi bağırmasına neden olan son damlaydı.
Keşke bu kadarla kalsaydı. Bir ön sıradaki yaşlı çiftin hanımı da ince ve tiz bir sesle bağırmaya başlayınca arkamdaki kadın devreye girdi. "Tamam hanımlar bağırmayın anlaşılan ben sebep oldum. Tamam garda inerim, vazgeçtim" dediyse de ok yaydan çıkmıştı artık. Bu sefer kocasının tüm uyarılarına iteklemelerine rağmen susmak bilmeyen öndeki kadın bir de "niçin kimseden ses çıkmıyor, koyun sürüsü bunlar" şeklindeki klişeyi de haykırınca yan tarafımdaki tekli koltukta oturan adam gür sesiyle bağırdı.
"Yeter be!...Ne bu gürültü. Seyir halinde bir otobüsteyiz hanımlar. Sizi dinlemeye mecbur muyuz. O çocuk sizin muhatabınız mı. Bir dövmediğiniz kaldı. Gidin gideceğiniz yere. Bunun interneti var, telefonu var. Edersiniz şikayetinizi. Başımız şişti yahu. Ayıptır."
Bir anda bütün sesler kesildi. Ortalık süt liman oldu.
Yine bir şeyleri yanlış anlıyor, bu yüzden de yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Evet ülkemizde de kadınların sesleri çıkmalı çıkmasına ama bunun anlamı aklımıza estiği yerde öfkelendiğimiz anda volümü arttırmalı değil herhalde.
Bize bir şeyler oldu. Kızmaya, öfkelenmeye, bağırıp çağırmaya ezmeye gelince sınır tanımaz olduk. Ne sözümüzü, ne sesimizi sakınıyoruz.
İş sevgiye gelince...
Biri bize sevgiden söz etse, ilgi gösterse, biraz ısınsa ortalık sevginin sıcağıyla, hele bir de yeni tanımaya başladıysak bize sevgisinden, sevgiden söz edeni, ilk rehavetten sonra hemen antenler çıkıyor. Hemen iki duyguyu devreye sokuveriyoruzz. İlki: Şaşkınlık. "Bu da nerden çıktı şimdi." Sonra şüphe. "Vardır arkasında bir şey. " Sonra hemen ihtiyat devreye giriyor. " Neme lazım, bu saatten sonra " sonra ufaktan ufağa kaçış, çaktırmadan. Kim uğraşacak sevgiyle. Hepimizin derdi başından aşmış. Biz bizi kıranların yaralarını sarmaya çalışırken...
Sevgi zor. Özen istiyor. Zaman istiyor. Biraz çaba istiyor. Tıpkı su bekleyen naif çiçekler gibi.
Yük gibi geliyor tüm bunlar.
Çok yanmış canımız. Korkuyoruz sevgiden.
Her yıl biraz daha kalınlaşıyor içinde saklandığımız kabuk. Yürekler soğuyor.
Oysa bir kırabilsek kabuklarımızı. Korkmasak.
Tagore' un dediği gibi.
"Yeniden açsak kendimizi,
atabilsek o kabuğu.
Denesek
Risk alsak
Yanılsak
Farketmez
Tekrar tekrar bıkmadan denesek"
....
Olmaz mı...
Çocukluğumuzda, çoğunlukla bayram önceleri bayramlık elbise için kumaşlar alınır, çok iyi dikiş bilen bir dosta ya da etrafta varsa bir terziye elbiseler diktirilirdi. Kumaşı uzun uzun koklar, bu kokuyu hep sever ve elbiseyi de üzerime dikilmeden önce benimseyiverirdim böylece. Ama iş prova faslına gelince bütün keyfim kaçardı. Kaldır kolunu, indir kolunu, dön arkanı, kambur durma, dizini kırma ooofff... O beş- on dakika saatler gibi gelir, çoğunlukla nedense midem bulanırdı. Hele bir de o batan iğneler yok mu...Zaten prova başladı mı gözüm hemen terzinin kemerine tutturduğu iğnedenliğe takılır keyfim kaçardı.
Ogünlerden bu günlere ne zaman bir yerde, bir terzinin dükkanında, bir komşunun duvarında asılı bir iğnedenlik görsem, belimdeki, karnımdaki, kolumdaki o incecik sızılar, midemdeki bulantı gelir aklıma.
Sonra büyüdüm. Yıllar yılları yüzler yüzleri kovaladı. Güleç yüzler, asık yüzler, konuşkan, suskun, çekingen, girgin, sakin ve huzurlu, hırslı ve mücadeleci yığınla insan. İyi dediklerim, kötü dediklerim, beni mutlu edenler, huzurumu bozanlar, sevdiklerim, sevemediklerim, geldiler, geçtiler, gittiler, kaldılar. Eğlendim, oyalandım, kırıldım, gücendim ama yaşamın telaşesi içinde çok da düşünmedim "insan" üzerine doğrusu.
Sonra bir gün, yeni tanıştığım, yere göğe sığdıramadığım, anlata anlata bitiremediğim bir arkadaşımla sohbet ederken, birden o mide bulantısını hissettim önce hafiften. Karşımda kesik şirin kahkahalar atarak sürekli birilerini alaya alıyordu. Önemsemez ve neşeli görünmeye çalışıyordu ama içi hırs ve nefretle doluydu sanki. Sonra o küçük iğne darbelerini yüreğimde hissettim. Kullandığı insanlar, bahsettiği örnekler, saklamaya çalıştığı düşmanlık bana yönelikti.
Bu deneyimi yaşayan herkes bunu anlar.
Hepimizin yaşamına böyle insanlar zaman zaman girmiştir. Ben onların dillerinde tıpkı terzinin iğnedenliği gibi her gittiği yerde birilerine batırmak üzere görünmez yüzlerce iğne saklayıp yaşamlarını öyle sürdürdüklerine inanıyorum.
Zaman zaman hepimiz karşımızdakine anlatmak istediklerimizi doğrudan değil de dolaylı yoldan anlatmak yoluna gitmişizdir. Bu anlamda hepimizin sakladığımız iğnelerimiz mevcuttur. Ama kimi can yakar, kimi sadece uyarır, kimi de kendine getirir.
Bir örnek. Bir programda Gazanfer Özcan' dan bahsediliyor. Genç bir oyuncu onun nezaketini, insanlığını heyecanla anlatıyor. Rahmetli, öyle nazik bir insanmış ki, biri yanlış bir şey yaptığında, kendinden çok genç de olsa, rencide etmemek için hatasını doğrudan söylemek yerine, onu uzun uzun över bu arada bir şekilde araya sıkıştırırmış. "Bir gün yine beni iltifatlara boğdu, mutlu bir şekilde setten ayrıldım, arabamla gidiyorum tam boğaz köprüsüne girerken birden dank etti. Yahu Gazanfer baba aslında bana bunu-bunu söylemek istedi. Vay canına nasıl anlamadım" diyor genç oyuncu.
Bir örnek de Nef' i 'den gelsin. Bunu çok kişi bilir. Ben ilk defa çocukken babamdan duymuştum.
Tahir isminde biri bir mecliste Nef' i için kelp sıfatını kullanmış. Türkçesi köpek.
Nef' i bunu duyunca sarılmış kağıda kaleme, şu dizeleri yazmış.
Tahir Efendi bana kelp demiş.
İltifatı bu sözde zahirdir.
Maliki mezhebim benim zira,
itikatımca kelp tahirdir.
Tahir Efendi bana köpek diyerek resmen iltifat etmiş, çünkü benim Maliki Mezhebi inanışıma göre köpek tahirdir.(yani temizdir)
Kavgada seviyeyi düşürmeden cevap vermenin en güzel yolu. Bence altın vuruş bu olmalı.
Sevgiyle kalın...
Senelerce önceydi. Bizim kızlar henüz evlenmemişti. Hepimizin çalıştığı dönemler. Ortanca teyzem bir hafta sonu bizi ziyarete gelmişti. Beş vakit namazını hiç kaçırmaz, mutlaka kılardı.
İkindi vaktiydi. Seccadesini verip birimizin yatak odasını göstermiştik kılması için. Namaz bitince yanımıza geldi, bir yandan beyaz namaz örtüsünü katlayıp çantasına özenle yerleştirirken tek kaşı havada kınayan bir sesle şunları söyledi. " Kızlar, şu karyolanın altına bir bez sürüverin. Toz içinde. Ne kadar ayıp." Utanmak bir kenarda dursun, bakışıp kıs kıs gülüşmüş, o gittikten sonra epey bir konuşmuştuk bu konuda. "Böyle namaz mı olur" çerçevesi dahilinde bilmiş bilmiş ahkâmlar kesip, sonuçta biz onu kınamıştık(!) Hangi cüretle ise....
Emekli olduktan sonra, bir arkadaşım iftara davet etmişti. 13- 14 sene önceydi sanırım. Tam iftar vaktine meşhuur "Yalan Rüzgarı" denk geliyordu o yıllarda. Arkadaşımın o tarihlerde altmışlarının sonlarında olan annesi, son derece tatlı, çok sevdiğim, saydığım Nermin teyzem, bir kaç lokma iftarlık yedikten sonra biraz arkamızda aynı odada seccadesini serdi ve namaza durdu.
Ben hemen kumandaya atladım ve televizyonun sesini sıfırladım. Biraz sonra namazı bitip masaya dönen tatlı teyzem, bana sitem dolu tatsız bir bakış fırlattı. "Niye kıstın be Asumanım bari ucundan dinliyordum. Hadi şimdi anlatın bakalım. Krikıt sarı çocukla n'aptı. Barıştı mı."
Küçükken, bir çok çocuk gibi biz de namaz kılan büyükleri şaşırtmak, güldürmek için elimizden gelen şaklabanlıkları yaptık. Karşılarına geçip maymunluklar denedik. Biraz fazla samimi olduğumuz küçük teyzemin ayaklarını gıdıklamaya kadar götürdük işi. Namazı bırakıp terliği kapan koştu. Bir kişi hariç. Babaannem.
Babaannem Yemen' li olduğu ve Arapça da kendi lisanı olduğu için, okuduğu her duanın anlamını
biliyor, bu da onun gerçekten namaza konsantre olmasını sağlıyordu. Kur'an okurken sürekli tebessüm etmesi de eminim bu yüzdendi.
Bu sene sahuru beklerken izlediğim bütün sohbetlerde ortak konu sanki sözleşilmiş gibi bu konsantrasyon meselesinin nasıl aşılacağı, günlük hayatın, (sağlık, para, politik, özel) bir yığın sorunu arasında bunun mümkün olup olamayacağı konusu yatırıldı masaya.
Tüm bu tartışmaları, bu konuda söz sahibi, ilim sahibi, konuyu çok iyi bilen erbabına bırakalım.
Tartışılmayacak, hepimizin kabul edebileceği bir gerçek var ki, ibadet, kul ile Allah arasında.
Bunun dışında konuşabilecek, fikir beyan edebilmemi sağlayacak bir donanımım yok. Olsaydı da ben yine de fikir beyan etmezdim kesinlikle.
Benim küçük örneklerime gelecek olursak. ..
Büyük teyzemi, (bu yazıda bahsettiklerimin büyük olanını) bundan üç yıl önce doksanlarının sonunda kaybettik. Yalnız yaşıyordu. Bu onun tercihiydi. Aklı başındaydı ve beş vakit namazını hiç bırakmadı. Fazla konuşmazdı. Duygularını pek belli etmezdi. Hiç kimsenin, gelinlerinin arkasından bile konuşmadı. Hiç şikayet etmedi. Sabah çok erken saatte onu sakin uyuyormuş gibi bulan oğlunun çağırdığı doktor, ölümün doğal ve sıkıntısız olduğunu tesbit etmişti.
Hemşire olan ve hiç evlenmeyen küçük teyzem, hayatı boyunca ablalarının hemen her doğumunda bulunmuş, herkese gerekli zamanlarda yardıma koşan hayat dolu bir insandı.
Emekli olduktan sonra çok istediği şeyi yaptı, hacca gitti. Nasıl bir huzur bulduysa, (anlata anlata bitiremezdi) maddi manevi tüm şartları zorlayıp bir kez daha gitti ve orada vefat etti.
Nermin Teyzem hala hayatta. Sağ elinin badem parmağı kumanda aletinin açma-kapama düğmesine yapışık, televizyonun karşısındaki koltuğunda seyredebildiği kadar dizi seyrediyor. Yarışmaları takip ediyor. 'Haber ajanslarını' ise hiç kaçırmıyor. Tabii namazını da...
Allah ona sağlıklı uzun ömürler versin...
Sevgiyle kalın...
Bu günüme hakim olan ruh hali hiç şüphesiz ki "huzur" du.
Bu, artık yaşamımın sonuna kadar benimle olmasını istediğim tek zenginlik. Huzur, benim bu haliyle bu dünyaya, her haliyle insanlara ram olmamın bir ödülü olarak hep benimle kalmalı, ruhumu yatıştırmalı, bedenimin kaslarını gevşetmeli.
Her akşam üzeri Paçozla parka girdiğimizde çimenlerde top oynayan 7-8 yaşlarında 7-8 çocuk topu maçı bırakıp "PAAÇOOOZ" diye çığlıklar atarak koşarlar, ben de her seferinde " çocuklar niçin bağırıyorsunuz, siz böyle gelince o da neye uğradığını şaşırıyor, ben de rahatsız oluyorum" desem de ertesi gün aynı çığlıklarla koşup gelirler paçozun orasını burasını mıncıklarlardı.
Bu gün parka doğru yürürken o çocuklara hiç bir şey söylememeye kararlıydım. Nihayetinde o yaşlardaki birsürü çocuğun sessiz olmasını istemek saçmalıktı. Ama onlar da bir başka şeye karar vermişler kendi aralarında. Hepsi, muzip muzip gülerek abartılı teatral tavırlarla yanımıza yaklaştılar ve "paaçooz" diye fısıldayarak sessizce sevdiler. Gözlerime, kulaklarıma inanamadım. "Ama siz de abarttınız canım" dedim. "Karar verdik bundan sonra bağırmayacağız" dediler.
Gündüz yeğenim bendeydi. Uzun uzun konuştuk. Akşam iftarı kızkardeşimle birlikte yaptık. Sonrasında balkonda çaylarımızı içip hoş sohbetler yaptık.
Gece bilgisayarımın başına oturdum. Blogger dostların yazılarını okudum. Her biri ayrı hoştu. Kahkahalarla güldüm. Tebessüm ettim. Bilgilendim. Mutlu oldum ve huzurla doldum.
Hepsi de iyi ki varlar, iyi ki bulundukları yerdeler.
Herkese mutlu, huzurlu ve tabii ki sağlıklı hafta sonları diliyorım.
Sevgiyle kalın...
Buluşma yerime giden yola tek başıma çıktım.
Fakat bu sessiz karanlıkta beni izleyen kimdir?
Onun varlığından kurtulmak için kenara çekilir, fakat ondan kurtulamam.
O kurumlu yürüyüşüyle yerdeki tozları kaldırır, ve söylediğim her kelimeye yüksek sesini katar.
O benim öz küçük benliğimdir, sahibim.
O utanmak, arlanmak bilmez, fakat ben onunla birlikte senin kapına gelmekten utanırım.
Sır Rabındranath TAGORE Gitanjali' den
Çeviren: İbrahim HOYİ
..... Bütün insanlarda aynı ruh vardır, ama hepsinde aynı yağ bulunmaktadır.
Dünyada çeşitli diller, çeşitli lugatler var, fakat hepsinin de anlamı birdir.
Çeşitli kaplara konan sular, kaplar birleşirler, bir su halinde akarlar. ....
Mevlana Celaleddin Rumi
Ramazan' ın birinci gününün akşamında iftar sofrasında babam oruçlarımızı bozduktan sonra, "otuzda biri bitti" derdi. Hayli moral bozucu gelirdi bu küçücük oran bana ve büyük bir olasılıkla hepimize.
İkinci gün, " onbeşte birini devirdik" dediğinde otuz rakamının birden on beşe düşmüş olması, sihir gibi etkilerdi bizi.
Üçüncü gün, "onda biri bitti bile" dediği zaman daha da heyecanlanır, şevke gelirdik. Halbuki biten sadece ilk üç gündü. (Bu sıcaklarda morali bozulanlara bu küçük hesap önerilir.)
Bu ve benzeri küçük şeyler, tatlı sohbetler, çeşitli sürpriz yemekler, misafirler, misafirlikler, Karagöz- Hacivat derken, her Ramazan şölen tadında geçerdi. Gerçekten çok güzeldi.
Bu akşam, çocuklarla sohbet ederek, parkı dolduran eşle dostla selamlaşarak Paçoz' u gezdirirken, birkaç gündür rastladığım çift yine dikkatimi çekti.
İstanbul' da bu çok sıcak ve nemli günlerde insanlar akşam üzeri kendini sokaklara atmakta. Kimi bulunduğu muhite göre deniz kenarına, kimi de bizler gibi içinde bol ağaç barındıran parklara koşmakta. Hele bir de muhabbeti kendinden menkul Ramazan Ayı da girince işin içine, gruplar artmakta, topluluklar büyümekte, kimi çimenlerin kimi bankların üzerinde sohbetler etmekte.
Ama bu çift, herkesten uzakta bir köşede, yanyana ama hiç konuşmadan asık suratla, arkaları dönük öylece oturuyorlar her gün.
İhtimal ki bu ikilinin biri insanları pek fazla sevmiyor, kalabalıklardan hoşlanmıyor ve diğerini de bu yalnızlığın içine çekiyor. Diğerinin bu durumdan memnun olabileceğini hiç sanmıyorum.
Dün de bir başka olay aynı saatlerde beni çok üzmüştü.
Paçozla geniş çimenlerin üzerinde dolaşırken, yok aslında paçoz kendini sık yapraklı bol gölgeli bir ağacın altına atmış dil dışarda nefes almaya çalışır, ben de ayakta etrafı seyrederken, küçücük bir kız çocuğu yaklaştı yanımıza. Üç yaşında yok belli. Yüzünü tamamen kaplayan kocaman sarı çerçeveli gözlükleriyle, koluna taktığı naylon poşetiyle mantar gibi bitiverdi önümüzde. Cıvıl cıvıl gülerek, paytak paytak koşarak yanında kendinden birkaç yaş büyük bir oğlana Paçoz' u gösteriyor. Paçoz kendinden geçmiş yatıyor.
Biz öylece uzaktan uzağa gülüşür bakışırken birden gerilerden bir erkek sesi gürledi. "Hemen buraya gel!..." Çocuk ya anlamadı, ya oralı olmadı, hala paytak paytak Paçoz' a yaklaşmakta. Bir kadın koşarak geldi çocuğu kolundan yakaladı sürükleyerek arkalara bir yere sürükledi. Adam geldi poşeti kızcağızın elinden çekti aldı fırlattı. Çocuk çığlık çığlığa "babam babam" diye genç adamın dizlerine sarılmış ağlamakta. Anne gitti torbayı yerden aldı, silkeledi çocuğa verdi. Çocukcağız hevessizce aldı torbasını, keyfi kaçmıştı bir kere, öylece yaşlar gözünde şaşkın dalgın kalakaldı. Asık suratlı babaya baktım ve düşündüm. Hiç bir şey bu çocuğun kalbini kırmanın özürü olamaz. Hele oruç, asla...
Bu güne dönecek olursak, bu gün yeğenime arkadaşlarıyla yemesi için bol miktarda poğaça yaptım. Uzun zamandır eve un bile almayan ben, çok iyi yaptığım bu işi hemen hemen unutmuşum. Yağ, yoğurt, yumurta ve "aldığı kadar" un. Uzun süre ellerime yapışan hamurla cebelleştikten sonra, (allahtan iki paket un almışım) ve neredeyse umudumu kesip vazgeçecekken, mucize gibi her şey yoluna girdi. Ellerim hamurlardan kurtuldu, çelik tepsi pırıl pırıl oldu, sonuç, iki tepsi kıyır kıyır (hıyır hıyır) poğaça. Lezziz mi lezziz.
Bu işlere ilk başladığımda, yani gençken, bir çok şey gibi bu "aldığı kadar" tanımıyla da başım dertteydi. Hemen sinirlenir, gerekli sabrı gösteremez, önce tepsiye yapışan karışımı çöpe atar, önce tepsiyi, sonra ellerimi uzun uzun yıkar da kurtulurdum o yapışkan şeyden.
Artık biliyorum ki gereken sadece biraz sabır. Fırlatıp atmak çare değil. Telaş etmeden, paniğe kapılmadan, azar azar un ilave ederek, tabii biraz daha fazla ayakta kalmayı göze alarak, hiç beklemediğiniz bir anda her şey yoluna giriveriyor. Önce elinize sıvaşanlar yok oluyor sonra tepsiye yapışanlar mis gibi bir poğaça hamuruna dönüşüveriyor. O hamur da poğaçaya. Mutlu son.
Dedim ya . Sadece sabır....
Sevgiyle kalın...
Bu Blogda Ara
Contributors
Blog Listem
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba,6 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum9 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba demeye geldim...10 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
TAŞINDIM...13 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
İzleyiciler
Yazı Arşivi
-
►
20
(5)
- ► Eylül 2020 (1)
- ► Ağustos 2020 (3)
- ► Temmuz 2020 (1)
-
►
17
(4)
- ► Nisan 2017 (1)
- ► Şubat 2017 (1)
-
►
16
(1)
- ► Şubat 2016 (1)
-
►
15
(1)
- ► Ağustos 2015 (1)
-
►
14
(16)
- ► Aralık 2014 (1)
- ► Eylül 2014 (2)
- ► Ağustos 2014 (1)
- ► Haziran 2014 (1)
- ► Mayıs 2014 (2)
- ► Nisan 2014 (4)
- ► Şubat 2014 (1)
-
►
13
(44)
- ► Aralık 2013 (3)
- ► Kasım 2013 (3)
- ► Eylül 2013 (6)
- ► Ağustos 2013 (3)
- ► Temmuz 2013 (1)
- ► Haziran 2013 (1)
- ► Mayıs 2013 (3)
- ► Nisan 2013 (7)
- ► Şubat 2013 (3)
-
►
12
(96)
- ► Aralık 2012 (2)
- ► Kasım 2012 (4)
- ► Eylül 2012 (16)
- ► Ağustos 2012 (7)
- ► Temmuz 2012 (5)
- ► Haziran 2012 (8)
- ► Mayıs 2012 (10)
- ► Nisan 2012 (14)
- ► Şubat 2012 (8)
-
►
11
(179)
- ► Aralık 2011 (19)
- ► Kasım 2011 (38)
- ► Eylül 2011 (14)
- ► Ağustos 2011 (17)
- ► Temmuz 2011 (8)
- ► Haziran 2011 (14)
- ► Mayıs 2011 (11)
- ► Nisan 2011 (9)
- ► Şubat 2011 (10)
-
►
10
(152)
- ► Aralık 2010 (12)
- ► Kasım 2010 (12)
- ► Eylül 2010 (9)
- ► Ağustos 2010 (12)
- ► Temmuz 2010 (7)
- ► Haziran 2010 (12)
- ► Mayıs 2010 (11)
- ► Nisan 2010 (17)
- ► Şubat 2010 (11)
-
►
09
(186)
- ► Aralık 2009 (22)
- ► Kasım 2009 (22)
- ► Eylül 2009 (17)
- ► Ağustos 2009 (24)
- ► Temmuz 2009 (19)
- ► Haziran 2009 (20)
- ► Mayıs 2009 (20)
- ► Nisan 2009 (8)
- ► Şubat 2009 (5)
Müzik
Popüler Yazılar
-
"Hoş geldiniz hocam, ilk merhaba benden olsun diyor resimdeki güleç yüz. Hoşuma gidiyor “hocam” sözü. Demek yüksek sesl...
-
Son günlerde televizyonda izlediğim üç olay hem kızdırdı, hem şaşırttı beni. Üzerinde uzun uzun düşünerek içinden çıkamayacak hale gelince ...
-
Saat 16.00 Dışarıda yağmur yağıyor. Oda sıcak ve aydınlık. Radyoda Türk Sanat Müziği çalıyor. Yeni başladığım örgüm elimde. Kedim ...
-
Fotoğraflar her sabah hiç aksatmadan ormanda yürüyüşe çıkan eniştem Ekrem Yaşar' a aittir. Bu yürüyüşlere özellikle aç hayvanlara her ...
-
Çok şey öğretti bu son on beş gün bana. Gündelik yaşamın, sıradan işlerin, anlamsız konuşmaların, sebepli sebepsiz gülüşlerin, ru...
-
Biraz umut kırgın gönüllere, biraz ışık fersiz gözlere, biraz teselli yaslı ailelere, biraz güç yorgun vücutlara, biraz neşe gülmeyi unutan ...
-
Nevin Rauf Konya' da yaşayan bir genç kızdır. Annesi babası bir kazada öldüğü için zengin yaşlı bir uzak akraba himayesinde liseyi bitir...
-
Bu güne kızgınlığı arttıkça geçmişin sığınağına çekiliyor insan. Birkaç saatliğine de olsa. Yoksa nefes almak güçleşiyor. Bu sabah, öy...
Etiketler
- 2010
- 2011
- 27 mayıs İhtilali
- 7 numara
- ABD
- abla
- acemilik
- açlik
- Adıyaman
- afet
- ağabey
- ağaç
- Ağustosta Rapsodi
- aile
- akraba
- akrostiş
- akşam
- Albatros
- alış-veriş
- alışkanlık
- alışveriş
- alışveriş tutkusu
- Ali Muhittin Hacı Bekir
- Alphonse de Lamartine
- amatörlük
- anı
- anılar
- anılar...
- anlaşma
- anlayış
- anma
- anne
- anneanne
- anneler günü
- Antalya
- apartman hayatı
- arayış
- arıza
- Arka Pencere
- arkadaş
- armağan
- aşı
- aşk
- aşure
- Atatürk
- ateş böceği
- atom bombası
- Attila İlhan
- ATV
- ATV şarkı
- Avustralya Açık Tenis
- ayaz
- ayrılık
- aziz nesin
- B.Necatigil
- baba
- Babalar Günü
- bahar
- bahçe
- balkon
- banka
- Barbra streısand
- barış
- başarı
- başlangıç
- Baudelaire
- Bauelaire
- Bayrak
- bayram
- Beatles
- bebek
- bekir sıtkı erdoğan
- beklentiler
- BEN
- beste
- beşiktaş
- Betty Smith
- beyaz dizi
- beyaz diziler
- beyaz roman
- Bhagavatgita
- bilgisayar
- Bir genç kız Yetişiyor
- Bir sarkısın sen
- Bir Şarkısın Sen
- birlik ve beraberlik
- birliktelik
- bitki
- biyografi
- blog
- blogger
- börek
- Buddha
- bugün
- bulmaca
- buluşma
- buzdolabı
- Bülent Ecevit
- Cahit Sıtkı Tarancı
- can yücel
- Capra
- cehalet
- centilmen
- cesaret
- cevaplar
- cezerye
- cinayet
- cocuk
- cocuk.
- cocukluk
- Cronin
- Cumhuriyet
- Cüneyt Gökçer
- çalışma hayatı
- çaresizlik
- çay
- Çığlık
- çınar
- çiçek
- çiçekler
- çiğ
- çocuk
- çocuklar
- çocukluk
- çöp
- dalgınlık
- Daltonlar
- damat
- Damdaki Kemancı
- dans
- davetiye
- dayak
- dedikodu
- Defne Joy Foster
- demirhindi
- deneyimler
- deniz
- deprem
- dergi
- destan
- dilek
- dilekler
- dinlenme
- disko kralı
- diyet
- dizi
- doğa
- doğallık
- doğum günü
- dolap
- Doris Day
- dost
- dostluk
- dostluk.
- dostlulk
- duygular
- düğün
- dül dül
- dünya
- dünya kadınlar günü
- Dünya Prematüre Günü
- düşmanlık
- düşünceler
- düşünceler.
- Ecevit
- edebiyat
- Edgar Allan Poe
- Ekim
- Ekrem Bora
- Elazığ depremi
- emek
- emekli
- eminönü
- Emirgân
- Engelliler
- ephraim kishon
- erişkin
- erişlilmezlik
- erkek
- eski yıl
- eşek
- eşyalar
- etiket metiket yok
- Etkinlik
- eve dönüş
- evlat
- Ey Aşk Nerdesin
- eylül
- ezan
- Ezel
- Fakir Baykurt
- fal
- fanatizm
- Farrah Fawcett
- fasulye
- felaket
- felsefe
- fenerbahçe
- fırtına
- Fikret Otyam
- film
- filozof
- final
- Firari
- firuze
- fono
- formüller
- fotoğraf
- Frank Sinatra
- Futbol
- gazanfer özcan
- gece
- geçim
- Geçmiş
- geçmişten şarkılar
- gelecek
- gelin
- genç kız
- gençlik
- gerçek
- geyik
- gezi
- gezinti
- giden sene
- Gitanjali
- giysiler
- Govinda
- gökkuşağı
- göl
- gönülçelen
- gösteri
- göze çarpmayan debdebe
- gözyaşı
- Grace Kelly
- grizu
- gül
- Gülümse
- gün batımı
- güncel
- güneş
- Güneydoğudan öyküler-Önce vatan
- Günlük yaşam
- güven
- güz
- güzellik
- güzellikler
- haber
- haberler
- Hacer Buluş
- Hacivat
- hafta sonu
- hak
- hala
- harika çocuklar
- hasta
- hastalık
- hayal kırıklığı
- Hayali Küçük Ali
- hayaller
- hayat
- hayvan
- hayvanlar
- hayvanlar alemi
- hazan
- hediye
- Herman Hesse
- hiciv
- Hindistan
- Hiroşima
- Hitchcock
- hobby
- Hollywood
- hoptirinam
- hoşgörü
- hoşluklar
- http://www.blogger.com/img/blank.gif
- huzur
- hüsran
- hüzün
- ıhlamur ağacı
- ışık
- ibadet sohbet
- içimizdeki çocuk
- içtenlik
- iftar
- ihmal
- İhsan Varol
- ikiyüzlülük
- ikram
- ilaç
- ilginç şeyler
- ilişki
- ilkbahar
- ilkokul
- İlkokul şiiri
- İnci Ertuğrul
- İngilizce
- insafsızlkık
- insan
- insan halleri
- insan olmak
- insanlık
- intikam
- İslamiyet
- istanbul
- isyan
- İş Bankası
- işçi
- iyilik
- Jacques Brel
- James Stewart
- Japonya
- Jean Moreas
- Jim Reeves
- kabuk
- kadın
- kadınlar
- kahvaltı
- kahve
- kalıplar
- kalite
- Kamer Genç
- kan verme
- Kandil
- kaplumbağa
- kar
- Karagöz
- karanfil
- karanlık
- kardeş
- karışık duygu ve düşünceler
- karmaşa
- katiam
- kavafis
- kayıp
- Kayserispor
- keder
- kedi
- kediler
- Kelime oyunu
- Kemal Burkay
- kerpiç
- keşke
- keyif
- kıskançlık
- kış
- kız kardeş
- kızkardeş
- Kim Novak
- kiracı
- kishon
- kişisel
- kitap
- koka kola
- kolbastı
- komedi
- komik
- komşu
- komşuluk
- konser
- konut
- korku
- Korolar çarpışoyor
- koşullu refleks
- köpek
- kuaför
- kupa
- Kurban Bayramı
- kuyruk-bilim
- kültürel mozaik
- Lale
- latife hanım
- lezzet
- lisan
- lise
- Liz Taylor
- maneviyat
- manzara
- Marsel İlhan
- masal
- masumiyet
- maymun
- mazi
- meclis
- medya
- Mehmet Topuz
- mektup
- merasim
- Mevlana
- mevsimler
- Meyva Zamanı
- Michael Jackson
- mim
- misafir
- misafirlik
- Misak- ı milli
- mizah
- Montaigne deneme
- moral
- Mr. Smith
- muhabbet
- Muhabbet Kralı
- Muhammed
- muhasebe
- Murathan Mungan
- mutfak
- Mutfak şarkıları
- mutluluk
- Müge Anlı
- müzik
- müzik nostalji
- Nagazaki
- Nazım Hikmet
- nefret
- nekahat
- Nirvana
- Nisan
- Nişan töreni
- Noktürn.
- nostalji
- okan bayülgen
- olay
- olgunluk
- on line alışveriş
- ordan burdan
- Orhan Kemal
- Orhan Veli
- orman
- oruç
- otobüs
- otokontrol
- oyun
- ozan
- ödül
- öfke
- öğrenci
- öğretmen
- Öğretmenler günü
- ölüm
- ölüm yıldönümü
- ömür
- öykü
- Öykü Atölyesi
- özgüven
- özlem
- Paçoz
- Paçoz..
- Paris
- pasta
- paylaşım
- paylaşmak
- pazar
- pazar alışverişi
- pazar günü
- Pazar sohbeti
- pembe dizi
- pencere
- Piknik
- pişmanlık
- plan ve programlar
- planlar
- plasebo
- Platters
- polis
- popülizm
- program
- programlar
- radyasyon
- radyo
- Ramazan
- Ramazan davulu
- Red kit
- reklamlar
- resim
- resmi bayramlar
- Reşid Behbudov
- Rilke
- rin tin tin
- Roland Garros
- roman
- romantik
- romantizm
- röportaj
- ruh yorgunluğu
- ruhat mengi
- rüya
- saat
- sabah
- sadakat
- Sadettin Kaynak
- safiyet
- Sağanak
- sağlık
- sahur
- Samana
- samimiyet
- sanal
- sanat
- sanatçı
- sanatkar
- Saroyan
- Satürn
- schumann
- sebze
- seçkin
- seçme saçma sohbetler
- sel
- Selimpaşa
- Selmi Andak
- sergi
- sevdiğim şeyler
- sevgi
- sevgi soysal
- sevgili
- sevgililer günü
- sevinç
- seyahat
- seyirlik
- Seyyare
- Shakespeare
- Show TV
- sıcak
- sıkma
- sıradanlık
- Sidarta
- Sigara
- simit
- sinema
- sipariş
- sis
- soğuk
- sohbet
- sonbahar
- soru
- sorular
- spiker
- star
- still life
- su yücel
- suikast
- şablonlar
- şafak
- şans
- şarap
- şarkı
- şaşkınlık
- şeker
- Şeker Bayramı
- şerbet
- şermin
- şiddet
- şiir
- şikayet
- tabak
- tabletler
- tagore
- tanışma
- tansiyon
- tantuni
- tarif
- tartışma
- taşınma
- tatil
- tedavi
- teknoloji
- telaş
- telefon
- televizyon
- temizlik
- tenis
- tenis turnuvası
- terlik
- tevfik fikret
- Tırpan
- tiyatro sahne
- tokat
- toplantı
- Tövbeler Tövbesi.
- Transfer
- tren
- TRT
- TSM
- Ttv
- Tuna Huş
- tutsak
- tuvalet
- tüketim
- Tülin Oral
- Türkan Saylan
- türkü
- TV
- Uğur Mumcu
- umut
- unutma
- uyku
- Üç Hür El
- ülke meseleleri
- ümit
- üretmek
- ütü
- vahşet
- vakit
- Vasuveda
- vatan
- William Holden
- William Wordsworth
- Wimbledon
- yağlıboya resim
- yağmur
- yalnızlık
- yaprak
- yarışma
- yaşam
- yaşlılık
- yatak
- yaz
- yeğen
- yeğenlerim
- yeme-içme
- yemek
- yemekteyiz
- yeni yıl
- yeni yıl kartları
- yesterday
- yıl dönümü
- yılbaşı
- yıldız
- yıldönümü
- yoksulluk
- yol
- yolculuk
- yolculuk.
- yorgünluk
- Young at Heart
- yönetici
- yün
- yürüyüş
- zaman
- Zeki Müren