Gençken sadece bir fasıl şarkısıyken söyleyip geçen asunun şimdi dinleyince aklından
neler geçer :)
1983-84 yılları...
Yaşamımın en zor dönemlerinden birini yaşıyordum.
Mutsuzdum. Yaşama sevincimi, heyecanımı kaybetmiştim. İçime kapanmıştım.
Hayatım iş ve ev arasında sessiz-soluksuz geçip gitmekteyken önce dostlar
tarafından derdest edilip bir otobüse bindirildim ve kendimi Bodrum' da buldum.
Henüz yaz gelmemişti. Ortalık sessiz ve tenhaydı. Asude geçen bir haftada nispeten
kendimi bulmuş, eski şen şakrak halime kavuşamasam da karamsarlıktan çıkmıştım.
Bakırköy Şubesindeydim o tarihlerde.
Dostlarımın içinde biri vardı ki, benimle taban tabana zıt karakterde, girgin,
becerikli, cesur, sanki birileri tarafından benim yaşamımı düzene koymak üzere
görevlendirilmiş, tam da zamanında yaşamıma girivermişti. Birlikte müthiş bir zaman
geçirdik. Düşündüğüm zaman bile başımı döndürecek kadar tempolu, hareketli bir dönem.
Bu arkadaşım Kızıltoprak' ta Bağdat caddesi üzerinde bir apartmanda oturuyordu. Çok
şen, keyifli, özgür ruhlu bireylerden oluşan bir ailesi bir de cıvıl cıvıl öten kuşları vardı.
Cuma günü işten çıkınca oraya giderdim. Nasıl organize ettiğini anlayamadığım, benim
hiç dahlim olmadan beni de dahil ettiği çılgın bir sürece girmiştim.
Sabah erkenden kalkıyor, tenis çantalarımızı, ben udumu, o kanununu hazırlıyor, eğer
vaktimiz varsa yürüyerek önce, Türkiye' nin en meşhur tenisçisi Nazmi BARİ' nin
Caddebostan' daki evine gidiyor birer saat tenis dersi alıyor, oradan biraz ilerde yine
caddeye yakın bahçeli, büyük bir ahşap binada, idealist öğretmen mükemmel bir
çiftin kurduğu yetiştirme yurduna gidiyor, çocuklara ders veriyor, (ben İngilizce, arkadaşım
diğer sosyal, fen dersleri), onlarla birlikte buz gibi mutfakta yemek pişirip hep birlikte
yiyor, voleybol, basketbol oynuyor, şarkı söylemek, varsa doğum-günü kutlamak,
götürdüğümüz masal, hikâye kitaplarını okumak gibi etkinlikler düzenliyor, eğer
Cumartesi ise iki- ikibuçuk gibi oradan ayrılıyor, Yine koştura koştura Selamiçeşme' deki
Anadolu Yakası Müzisyen ve Müzikseverler Derneği' ne gidiyorduk. (Rahmetli İsmail
Şençalar Hocanın kurduğu ve aynı zamanda kanun çaldığı bu dernekte yine rahmetli
olduğunu öğrendiğim, tanıdığım en zarif, nazik, beyefendi, şeffaf beyaz tenli hocamız Nuri
Şenneyli' nin şefliğinde üç örneğini aşağıda verdiğim bir sürü ağır eserler öğrendik ve
konserler verdik. ) Vücudumuzu dinlendirip ruhumuzu şenlendirdikten sonra eğer halimiz
varsa ( ki genelde olurdu ) bir de, dişimizden tırnağımızdan arttırdığımız parayla sezonluk
üye olduğumuz Fenerbahçe Dalyan Spor Tesislerine gider, deneyim kazanabilmek için
usta tenisçi partner avına çıkardık. Eve döndüğümüzde hemen yatıp uyur muyduk,
asla, en az iki tane de film izlerdik videoda. Çoğunlukla da bilimkurgu olurdu dönerken
seçip aldığımız filmler. Pazartesi sabahı ben doğrudan işe gider, hafta ortasında bir gün,
galiba Perşembeydi, iş çıkışı bir taksiye atlar akşam yedideki koro çalışmasına ucu ucuna
yetişirdim. Bir- bir buçuk yıl bu tempoda devam ettikten sonra sırayla önce yetiştirme
yurdu (yaklaşık 7-18 yaş arası yirmi çocuk barındırıyordu) bürokratik nedenlerle
kapatıldı, Kadıköy' e nakledildi. Nazmi Bari kendi spor tesisini kurmaya karar verince
dersler bitti. Ud için elim çok ufaktı. Çalamadım. Küçük parmağım havada kalıyordu.
Koro çalışmalarını da sezonun sonunda sonlandırdık. Klübe üyelik, ekonomik nedenlerle
sonlandırıldı ve Bankamın tesislerinde kortlar hizmete açılıncaya kadar iyi bir seyirci
olmakla yetindim. Uzunca bir aradan sonra yeniden alınan birkaç saat dersle bu sefer
yeğenlerin de katılımıyla 2000 yılına kadar kortlardaydım. Sonra her güzel şey
gibi o da bitti...
Müziklerin arasında ruhumu tedavi etmeye çalışırken, bulacağımı hiç ummadığım
"bin cefa görsem" şarkısını dinlerken bir bir hatırladığım bu müthiş dönemi hem anı seven
dostlara aktarmak, hem de bloguma arşivlemek istedim. Meğer anılarım sadece
çocukluktakilerle sınırlı değilmiş. Böylece hep birlikte bunu da anlamış olduk.
Güzel şeyler yaşayıp, güzel anılar biriktirmek ümidiyle...
Çok küçücükmüş, "baba, hadi aşıkım le" diye tutturduğu zaman.
Küçük teyzem uzun zaman
taklidini yapıp herkesi güldürdü. Meğer Sadettin Kaynak' ın
"aşığım Leylaya..." ya da benzer şekilde başlayan
bir şarkısını istermiş. Anlattıklarına göre bütün Sadettin Kaynak
şarkılarına baştan sona eşlik edermiş oyuncaklarını oynarken.
Sağlam kulak keşfedilince okula başladığında olmazsa olmaz
mandolinin yanına babacığım bütçeyi zorlayıp Hohner
akordeonu de ilave etmiş.
İstanbul' da kaldığımız sürece onun için herşey yolunda gitmiş. Anadolu faslı başlayınca
durum tersine dönmüş. Gezdiğimiz, biz çocukluğunu yaşayan kızlar için her biri ayrı bir
cennet köşesi olan tüm şehirler ergenlik çağına başlayan ağabeyim için
cehennemden farksızmış. O günlerden hatırladığım, asi bir çocuk,
disiplinli bir baba ve arada idare etmeye çalışan çaresiz bir anne.
Yanlış arkadaşlar, erken başlanan sigara, evden kaçmalar.
Antalya' da Lara plajına, Adana' da Karataş' a. Sandal tutup denize
açılmalar.
Babamın "hele bir şu kapıdan çıktığını işiteyim..." diye başlayan ültimatomu üzerine
"oğlum bak ben karışmam" diyen anneme söz verip ikinci kattaki evin balkonundan
atlayıp döndüğünde de "kapıdan çıkmadım ki" diye sırıtmalar. Cezalar, tokatlar.
Babamın doğduğunda " öyle bir evlat yetiştireceğim ki..." diyerek, Türkçe, Fransızca okuduğu
tüm bu konudaki kitapların işlersiz kaldığı çaresiz süreç.
Biz kardeşleri ile olan ilişkisine gelince...
Sanırım o yıllarda hayata karşı duyduğu öfkenin tüm acısını bizden çıkardı.
Ne mi yaptı?
Ne yapmadı ki.
Masa başında ders çalışırken annemin önümüze koyduğu kâselerdeki leblebileri
önce ağzına alır sonra çıkarıp bizi yemeğe zorlardı. Ya da boks maçı yapardı
bizimle. Bir yandan gardını alır biz ona vurmaya çalışırken suratımıza sağlı sollu tokatlar
inerdi. Tabii var gücüyle vurmazdı ama bazan kantarın topuzunun kaçtıuğı olurdu.
Hemen yan odadaki babama "baabaa" diye
seslenmeye kalkana tısnık gelirdi. O da ne ki diyeceksiniz. Fiske nin ağabeyim tarafından
sertleştirilip işkenceye dönüşmüş hali. Baş ve badem parmağını birleştirip naif alnımızın
otrasına öyle bir vururdu ki gözlerimizden yaş gelirdi.
Birlikte çok eğlendiğimiz günler de olmuştur. Müzik yaptığımız zamanlar. Sıcak güney
şehirlerinde taş evlerin serinliğinde oynanan pinaki, pis yedili, daha sonraları altmış altı.
AĞABEYİM VE BEN
Benimle olan ilişkisinden bahsetmek çok ilginç olacak.
Saçlarım çok zayıftı, o yüzden güçlensin diye hep kısa kestirilirdi. Adıyaman' a
gidene kadar sanırım annemle giderdik kestirmeye. Adıyaman' da kadınlar için
kuaför yoktu ve herekesin de saçı uzundu ailede.
Beni ağabeyim erkek berberine götürürdü.
Enseme yediğim usturalar yüzünden hiç bir zaman ağız tadıyla bir at kuyruğu
yapamamış, ensemi açıkta bırakacak bir model kullanamamışımdır.
Berber durumu Mersin' de de aynen devam etti. Benim saçım hep onunki kadar
kısaydı.
İş bununla bitse iyi...Beni alırdı karşısına, önce kafamı kendi briyantinine bular, ince,
kahverengi tarağıyla yanları arkaları kafama yapıştırır, alnımın üzerine gelen kısmı da
tıpkı kendi saçı (aynı zamanda, Elvis' in, Tommiks' in, Cliff' in, Troy Donahue' nun saçı)
gibi iki avucunun ortasında preslerdi. Akordeonun tuşlarında gitarın
tellerinde tüy gibi uçuşan parmaklar, bu işlemi yaparken
birer tahta parçasına dönüşür, canımı fena yakardı.
Ses çıkaramazdım yoksa tısnık gelirdi :) Peki bu kadar mıydı işkence?
Hiç olur mu...
Mersin' in öğlen güneşinde beni dama çıkarır, güneşin altında vıcık
vıcık briyantinli saçımın kurutulması işlemine geçilirdi. Mızırdandım mı aşağıya atmakla tehdit
ederdi. Bir kere sallandırdı da ikinci kattan. Attığım çığlıklar kulaklarımda hâlâ.
Arada eliyle yoklar incelerdi. İyice kuruyunca tarağı tel yumağı kıvamı yığından bir kez daha
geçirir (gözlerimden yaş gelirdi) tarağın izinin sabitleşmesini sağlardı. (Niyeyse)
Adıyaman, onun için tam bir talihsizlikti. En deli zamanlarıydı ve oradaki gençler daha da
deliydi. Hepsi ayakkabılarının üzerine basar, çoğu yanlarında bıçak taşır, okulda hocalardan
bıçak tehdidiyle not alırlardı. Mezarlıklarda yatanlar, ot kullananlar ve kimbilir daha neler.
Artık evden kaçışlar, direkt İstanbul' a idi. Harçlıklarını biriktirir yol parasını denkleştirir
denkleştirmez soluğu anneannemlarde alırdı.
Sonunda onu Adıyaman' da tutabilecek bir durum çıktı ortaya. Annemin bir arkadaşının
kızkardeşi. Dünyalar güzeli Nihan. Artık evde sürekli o konuşuluyor, anneme onunla ilgili
sürekli sorular soruluyordu. Annemse aslında İstanbul dönüşlerinde olacakları yüreği ağzında
beklemekten kurtulduğu için keyifli ama fazla da yüz vermemeye çalışarak tek kaşı havada,
soruları geçiştirmeye çalışıyordu.
Beni alır, bisikletinin arkasına oturtur, evlerinin önünde turlardı. Bir keresinde ne yaptı
ise ayağımı tekerin tellerine sıkıştırdı. Bir kere de kafa havada aniden onu görünce sanırım
sert bir fren yapıp beni düşürdü.
En kötüsü annemin gününde yaşandı. Nihan da ablasiyla birlikte bizdeydi. Ağabeyim bir
uğrayıp gitmek üzere geldi. Alt kattaki taş sahanlıktaydı. Şeytan mı dürttü ne oldu. Durduk
yerde "yukarda kim var biliyor musun" demek gafletinde bulundum. Çekip gittikten 5-10
dakika sonra bira şişeleriyle döndü. Yerdeki mindere oturdu. Hemen anneme haber verdik.
Misafir odasının kapısı sımsıkı kapatıldı. Annem yalvarır oğlum gözünü seviym bi delilik
yapma diye. Ağabeyim dellenir arada "Nihaan.." diye bağırır. Ablamla biz başında aleste
merdivene davrandığı an kollarından çekiştirip engel oluruz. Sonra bir arkadaşı bulunup
getirtildi, onu evden götürdü ve annem rahat bir nefes aldı.
Babam öldüğünde tam yirmi yaşındaydı. Delifişek delikanlının yerini
sorumlu, yaşından olgun bir ağabey alıverdi doğal olarak.
Anneme destek, bize hami olmayı bildi. Lise bitmişti.
Üniversite sınavında da güzel puan kazanmıştı ama bankaya girdi.
Babam ölümünden az önce ona Westminster marka bir akordeon almıştı.
Gözü gibi sevdiği akordeonunu anneme çamaşır makinesi almak
için satacak kadar sorumluluk sahibi bir evlattı artık.
Evlilik, çalışma hayatı, yeni sorumluluk, geç gelen evlat, güzel günler, kötü günler...
Çok vakit geçirdim evlerinde. Aylarca kaldığım oldu.
Hafta sonları genellikle kardeşler (giderek kalabalıklaşarak) bir araya gelirdik.
Birlikte müzik yapardık. O bas sesiyle
türkü ya da şarkıyı söyler, biz kızlar üç ayrı sesle ona vokal yapardık. Eskilerden,
yenilerden birlikte TSM okurduk. Şansımıza, yeni katılanlar da hep sağlam kulaklı
çıktı. Ya da hepsi de önce gizli sınav yaptılar bu konuda :)
Tatil günleri ya da emeklilikten sonra çok bunaldığı zaman (herkes gibi) bana kaçardı.
Önce eser, gürler, onu sinirlendiren şey (ler) neyse dökerdi içini. Ona neyin iyi geleceğini
öğrenmiştim. Hemen bir tava böreği yapardım. Arkasından da "Life goes on" kasetlerini
dökerdim ortaya. Daha müzik ve Jenerikle gözleri çocuksu bir sevinçle parlar, ardarda
beş-altı kasedi kâh gülerek kâh ağlayarak izlerdik. Ardarda içilen demli çaylarla birlikte
odayı sigara dumanına boğardık. Akşam, keyfi yerine gelmiş olarak dönerdi evine.
Tüm bunları yazdıkça hatırlıyor, hatırladıkça garip bir mutluluk, hafif bir hüzün
hissediyorum. Tabii kocaman bir özlemle birlikte.
Nurlar içinde yat Can' ımın babası. Sana iki de sürpriz gelecek benden. Çok ama çok
sevdiğin iki şey...Umarım ruhun şenlenir bulunduğun yerde:)
Rayuş bak ben ne buldum :)))
Ve şu an (yani dinlediğin an) neler hissettiğini biliyorum. Hem de adım gibi.
Çok ama çok hoş. Anma Arkadaş ve sonra arka yüzü. Adını unutmuşuz. Anadolu' da
Sevdim' miş. Evire çevire ne çok dinlerdik. Biz bu parçayı da çok sevmiştik.
Saat şu an sabahın 4 ü. Dışarısı fırtınadan yıkılıyor. Ben mest bir vaziyette
1967 yılındayım. Fatih' te. Yaşım 16. Aklım bir karış havada. Sen, Keko. Soba. Camdan
görünen akasya ağacı...Sokağın gürültüsü...Arka balkonlardan bir yerden bir ses.
Tuuulllgaaa... (Her gün aynı saatte.) Fotoroman, Laz Bakkal, Dümbüllü, bozacı,
Apartman görevlisinin çok bilmiş kızı, Lale, Füsun-Feyza ikizler, Ahmet-Mehmet-
Samet (rahmetli) biraderler. Anneleri (adı neydi). Ömür Pastanesi, Zevk-Renk
sinemaları... Ne günlerdi ama...Yaw ne varsa geçmişte var. Kim ne derse desin...
Neden sevilir bu ikili bir arada?
Biri tuzlu, biri tatlı. Hatta ekşi- tatlı karışımı. Bir kaşık birinden ardından bir kaşık öbüründen.
Çocukluğumuzda eni- konu öğün yemeği hazırlanırdı sahurda da. Önden çorba, sonra
etli bamya, nohut ya da patlıcan, fasulye ve mutlaka tereyağlı pilav.
Annem ahşap masanın üzerine pilav tenceresini, ardından sayımızca dolaptan çıkardığı iç içe
geçmiş cam kâseleri tek tek tabaklarımızın yanına koyardı.
Sonra büyük bir kâse içinde sahurun 'olmazsa olmaz' ı, bana göre de 'olmasa daha iyi olur' u
hoşaf gelir ve herkese paylaştırılırdı.
Neredeyse doğduğu andan itibaren, önüne ne konursa şapırdata höpürdete dört bir yana saça
saça, çarçabuk yiyip bitiren, ergen yaşına kadar üzerime yapışıp kalan meşhuur 'orman kibarı'
ünvanını sofra başında kazanmış olan bendeniz, hoşafı bu yaşıma kadar asla sevememiş,
caanım pilavın bütün keyfini kaçırdığını düşünmüşümdür.
Eski Ramazanlara dönelim biz yine...
Hemen şunu belirtmeliyim. Çok küçücük yaşlardan itibaren sahur yemeğe başladık. Çok
yalvarırdık bizi de kaldırmaları için, ama bu asla minicik yaşlarda oruç tuttuğumuz anlamına
gelmemeli. Rayegânla bu akşam onu konuştuk. Çok eğlenir, Rayuş'un deyişiyle sürekli
kıkırdaşırdık. Uykudan yemek kokularına kalkmak çok hoşumuza giderdi.
Şu meşhuur yarım günlük oruçları tuttuğumuz yaşlardı. Her sofra bol sohbet demekti bizim için.
Radyo çok güzeldi. Karagöz-Hacivat, Bal Mahmut sohbetleri, hatırladıklarımız hep güzel şeyler.
Bu güne gelince...
Anlatacak pek bir şey yok.
Yarın kendime hoşaf hazırlamaya karar verdim. Hem de erik hoşafı. Bir de yanına pilav.
Severek yiyeceğimden eminim.
Şapırdata şapırdata. Döke saça.
Yeniden "orman kibarı" olmak istiyorum. Hem de çok...
"Yarın İstanbul' a gidiyoruz."
Yıl 1960. Adıyaman' dayız. Evimizin hemen yanındaki tarlaların arasında çimenlerle
kaplı boşlukta, her birimiz bir tepeciğin üzerinde hafta sonu keyfimizi yapıyoruz. Hepimiz bir
aradayız. Belli ki bu tüm aile birlikteliğini babam bir şekilde sağlamış, yukardaki sihirli cümleciği
aynı anda duyabilmemiz için.
Bir sessizlik. Bu bir şaka olmalı. Ama babam biletleri sallıyor.
Annem gözyaşlarına boğuluyor sevinçten. Babamla çatışmalı ve bu sebepten mesafeli duran
ağabeyim koşup babamın boynuna atlıyor. Bizler şaşkın ve mutlu anlamaya çalışıyoruz.
Hikaye şöyle. Bir gün ütü yaparken radyodan Zeki Müren' den "ana başta tac imiş" şarkısını
duyan annem, ağlamaya başlamış. Babam bunun üzerine izni için bu seyahati planlamış.
İstanbul benim için o tarihlerde, Türk filmlerindeki Yenicami, Galata Kulesi, fotoğraflarda
ablamla ayaklarımızı sarkıttığımız cumbasıyla ahşap bir ev. Sonra, ağabeyimin, harçlıklarını
biriktirip, yol parasını denkleştirir denkleştirmez her fırsatta kaçıp gittiği rüya şehri.
Bir de bildiklerimiz. Ablamla benim doğduğumuz, anneanne, babaanne, amcalar, teyzeler ve
kuzenlerin yaşadığı yer.
Sevgili kara trenimiz. Altı kişilik kompartımanda süper bir yolculuk. Ağabeyim akordeon çalıyor.
Şarkılar, türküler. Annemin poğaçaları. Rahatsız ama mutlu uykular.
Ve İstanbul...
Mersin, İskenderun, Antalya' da akşamlarımızı deniz kenarında geçiren bizler,
ilk defa denizin ortasındayız. Vapurda camdan cama koşuşturuyoruz. Martılar, çaylar, simitler.
Babam sürekli bize bir yerleri işaret ediyor. "Bakın çocuklar şurası Dolmabahçe sarayı. Şu da
Kız Kulesi..."
Sonrası hızlı çekim bir rüya. Göz yaşları, kucaklaşmalar, sofralar, yer yatakları. Bir gün
Kuzguncuk tepesinde, ertesi gün Beşiktaş' ta. Başka bir gün Zeytinburnu' da sonrasında
Bakırköy' de. Amcalar, Teyzeler, kuzenler, bahçelerde koşturmacalar, caddelerde
kaybolmacalar. Babamla Yenicami İş Bankasına gidiyoruz. Eski arkadaşları sevgiyle sarıyor
etrafımızı. Bu İstanbul' un her yeri, herşeyi güzel. Mutlu dönüyoruz Adıyaman' a.
4 yıl sonra...
Galata köprüsü üzerinde garip, taşralı bir grup. 20 yaşında bir delikanlı. Bir elinde akordeon,
diğer eliyle saçları örgülü, 7-8 yaşlarında bir kız çocuğunun elini tutuyor. Onların önünde de
12 ve 14 yaşlarında iki kız, birbirlerinin elini sımsıkı yakalamış, korkulu gözlerle, iki adımda bir
geriye bakarak yürüyor.
Güneş tepede cayır cayır. İnsanlar akın akın yanımızdan geçiyor. Kimileri de üzerimize üzerimize
geliyor adeta. Ürküyorum. Kâbusta gibiyim.
Önce berbat bir tren yolculuğu. Sonra bir insan selinin içinde kaybolmaktan korkarak sürekli bir
koşuşturmaca hali. İskelede turnikelere sıkışıyorum. Utanıyorum. Canım yanıyor. Bu vapur
başka vapur sanki. Ağzımın içi acı. Yüreğim sıkışık. Yaşadıklarımı aklım almıyor. İsyanlardayım.
Çok öfkeliyim. Ve çok korkuyorum.
Bir sürü telaşlı, şaşkın koşuşturma, binip inmelerden sonra "evimiz" e ulaşıyoruz. Birbirinin
aynı bir sürü sokaktan herhangi birindeki, birbiribin aynı apartman dairelerinden herhangi biri.
Her şehir değiştirişimizde babamın ifa ettiği görevi bu kez annem üsleniyor. Önce gelip
bankanın ödediği parayla bir ev satın alıyor, ikinci kez eşyalarla gelip evi yerleştiriyor. Sonra
ağabeyim de bizi getiriyor.
O İstanbul' da ben, uzun süre yalnız başına evden çıkamıyorum korkudan. Ön ve arka cepheye
hemen el uzatsan tutuverecekmişcesine yakın pencereleri ve balkonlarıyla diğer apartmanlar
üzerimize yıkılacak gibi duruyorlar.. Sanki evlerde herkes bağırarak konuşuyor. Müzikler,
bangır bangır. Sabahları, balkonlardan sarkıtılıp dövülen halı seslerine uyanıyoruz.
Bayramlarda, annem bizi akrabalara götürüyor. Örneğin Üsküdar' daki amcamlara. Önce
otobüsle Eminönü' ne gidiliyor. Yine vapur. Uzun süre turnikelere sıkışma korkusunu içimden
atamıyorum. Beşiktaş' a otobüs' le, Bakırköy' e trenle gidiyoruz. Bir de minibüsler var tabii.
Anneme tüm bunları bildiği için şaşkınlıkla karışık bir hayranlık duyuyorum.
Yaşam devam ediyor. Lise yılları. Sonra iş hayatı. İstanbul' da yaşayıp gidiyoruz. Keyifli
zamanlarda, acılı zamanlarda, sabah ve akşam koşuşturmalarında, sinemalarında, tiyatrolarında,
her iki yakasında, sık sık ev değiştirerek onlarca semtinde, (Fatih, Ataköy, Bakırköy, Merter,
Kuyubaşı, Kazasker, Moda, Kartal....) Sadece, öylesine yaşayıp gidiyoruz. İstanbul' la aramızdaki
rabıta sevgisiz başlayan bir evlilikte oluşan alışkanlık kıvamında.
Ve Eminönü...
İlk gençlik yıllarımda benim için sadece vapura binilmek üzere geçilen bir uğrak yeri, bir de
hastalandığımda doktoruna görünmek üzere gittiğim Yenicami İş Bankası. Kalabalık, gürültülü,
ürkütücü.
Son gençlik yıllarımda ise tam ortasında yedi sene çalıştığım, yollarında koşuştururken hiç
farkına varmadan kanıma giriveren, kaybedilen sevgili gibi, emekli olduğumda deli gibi
özlediğim, her fırsatta koşup kucağına atladığım, sesini, tadını, kokusunu sevdiğim yer. Bu
bloglarda her fırsatta bahsettiğim, ayağım rahatsızlandığında, bir daha buluşamayacak olmaktan
delice korktuğum (kalabalığının) beni itip-kakmasından bile zevk aldığım sevgilim.
Benim İstanbul' um.
Dün, severek izlediğim bloglardan İzler ve Yansımalar da sevgili Esmir' in son yıllarda gördüğüm
en güzel İstanbul belgeselini hayranlıkla izler bir yandan da o harika müziği, o müziğin içindeki
Eminönü' nü dinlerken, tüm bunlar tek tek gözümün önünde canlandı. Hüzünlendim. Sonra da
mutlulukla, İstanbul' dan artık nefret etmekten vaz geçtiğimi keşfetmenin zevkini yaşadım.
Ne zaman oldu bu, hangi zaman diliminde bilmiyorum ama dün coşkuyla farkettim.
Bir kez de buradan teşekkürlerimi yolluyorum sevgili Esmir...
Leylak ' cığım iki seneyi aşkın bir süredir okuya okuya bıkmamış olacak ki bir kez daha
anlatmamı istemiş çocukluğumu mimleyerek. Bunu zorlanmadan ve keyifle yapmaya amade
olduğumdan emin olarak.
Çok haklı tabii...
Onun güzelim yazısını okuduktan sonra hemen oturdum masama yazmak üzere.
Nereden başlayacağımı bilemedim.
Benim " Muhteşem on yıl" ım.
İlk üç yılı atarsak, neredeyse her anını hatırladığım on harikulade yıl.
Bu on yılda neler yok ki...
Çok şehir, çok okul, onlarca ev. Yığınla komşu, arkadaş, park, cadde, sokak, tarla, dere, ağaç,
nehir, dağ, sahil, sinema, piknik, müsamere, bayram, tören.
Kimi zaman, tabanı şap, merdiveni ahşap, kimi zaman çift balkonlu , cilalı parke tabanlı,
banyosuz, fayanslı duşlu banyolu, bahçeli, damlı, teraslı, tavuklu, hindili, arılı, kedili değişen
binaların içinde sevgisi, saygısı, keyfi mutluluğu hiç değişmeyen, (tabii biz çocuklar için) güzel bir
yuva . Yüzlerce, binlerce anı. Anlatmakla bitmez...
Okulda, sorumluluk sahibi çalışkan bir çocuktum. Çok çalışkandım. Arkadaş canlısıydım ve
paylaşmayı severdim. (özellikle yiyecekleri çünkü bisküvi verir kete, bazlama alırdım:)
Şaka bir yana memur çocuğu olup da yerli (köy tabiri) çocuklarla arkadaşlık eden tek
(abartmıyorum) çocuktum. Bu yüzden öğretmenlerim beni hep çok sevdi. Bir de büyük sınıflara
tahtada onların çözemediği problemleri çözmek için çağrılırdım. Temsillerde baş rol oynar,
mutlaka solo şarkı söylerdim. Törenlerde de hep izciydim. (Arı obası)
Yazın hep sokakta oynar, (çelik-çomak, sek sek, istop, saklambaç, köşe kapmaca) öğlenleri bir
koşu eve gidip yemek yer, sonra akşama kadar yine oynardık.
Pazar günleri babamla geçerdi. Sabah büyük yatağa iki kızını iki yanına yatırır , Rayuş' u da
göğsünün üstüne oturturdu. (3-4 yaşlarındayken) "Bu odanın içinde" diye başlar, bir eşyanın
ilk ve son harflerini vererek bulmaca oyununu başlatırdı. Sonra birimizin bitirdiği cümlenin son
harfi ile diğerinin cümleye başlaması şeklinde gelişen bir başka oyuna geçilir beceremeyen
Rayuş sıkılır, " hadi baba süzüp süzüp" diye mızırdanırdı. Bu şarkıya davet demekti. Babam
başlardı..
o çeşmi nimhabını
neden ya rağbet etmemek
dağıtmağa sehabını
gönül beğendi sevdi pek
hitabını cevabını
iç şimdi iç şarabını
ko bir yana hicabını
aç şimdi aç nikabını
ayan et afıtabını
Çok sonra Rahmi Bey' in Nihavend Yürük semaisi olduğunu öğrendiğimiz bu şarkıya biz de
dilimiz döndüğünce eşlik etmeye çalışırdık. Bir oyun gibiydi. Arkasından değişen muhtelif
şarkılar örneğin tangolar ("Suna" ya da "çok uzakta bir ilkbahar gecesinde" gibi) söylenirdi.
Babam bunu teatral bir tarzda yapar, bizi güldürürdü.
Müzik evimizde hep vardı. Babam Hawaian gitarını bir pena ve bir demir parçasıyla çalar,
ağabeyim akordeonuyla ona eşlik ederdi.
Bazan Mersin' deki evin damında akşam serinliğinde bazan Adıyaman' da evin yanındaki
arsada toplanıp Sadettin Kaynak' tan ya da Nev' eser Kökdeş' ten (sevdikçe seni, kuş olup
uçsam) şarkılar söylerdik.
Bol bol kitap okurduk. Babam zaman zaman iki kitapla gelir, arkasına saklar sağ mı sol mu
yöntemiyle ablamla bana verirdi. Yanı sıra Tommiks Teksas, Doğan Kardeş gibi dergiler elden
ele geçerdi. Sonra Babam bizi Şermin' le tanıştırdı. Böylece Tevfik Fikret hayatıma girmiş oldu.
Babamdan ilk dinlediğim Fikret şiiri Ken' an, çarpık bacaklı, çelimsiz herkesin alay konusu bir
delikanlının kurtuluş savaşından döndüğünde nasıl kahramanlar gibi karşılandığını anlatıyordu.
Bu şiirle aruzun musikisine vurulmuştum. Hemen ezberledim. Sonra kendimi Rübab-ı Şikeste
elimde babamın dizinin dibinde buldum. Balıkçılar, Hasta çocuk vs...Müthiş zevkliydi.
Biraz muzip, biraz patavatsız biraz da ukala bir çocuktum. Adıyaman' da okulun bahçesinin içine
bir duvarı bakan bir yatır vardı. Duvarında bir delik vardı ve içi kapkaranlıktı. Bıyıkları terlemiş
delikanlılar zeyratın (onlar öyle derdi) en az iki metre uzağından geçerken ben gözümü dayar
bakar, parmağımı ya da bir sopayı delikten içeri sokardım. Onlarla da gırgır geçerdim.
İlkokul birinci sınıfta bir arkadaşım söylediğim bir kelimeye içindeki bir hece yüzünden ayıp
deyip küçümsediği için çok kızmış okulun en kalabalık yerinde yüksek sesle o heceyi
tekrarlayınca kızların ağızlarını kapayıp çil yavrusu gibi dağıldıklarını benim de derdest edilip
öğretmenler tarafından götürüldüğümü hatırlıyorum.
Babamın iş dönüşleri çoğu zaman tüm aile zaman zaman yalnız benimle akşam şarkıları
söyleyerek yaptığımız gezintilerden,
Yazlık ve kışlık sinemalardan, ablamla oynadığımız evciliklerden, kedimiz Rengin' den
muhtelif zamanlarda bahsetmiştim.
Evet, sevgi, müzik, şiir, seyahat, oyun, başarı, güven dostlukla doluydu yaşamım ben küçükken.
Hatırladığım, bana (bize) hissettirilen kötü hiç bir şey yoktu bu yıllarda.
Ne annemin sonra bulduğum günlüğünde okuduğum korkunç para sıkıntısı, çok sevdiğim
babaannemle ara sıra yaşadığı sürtüşmeler, ne babamın zaman zaman marazi hale gelen
kıskançlığı (sonradan annemin anlattığı) bize hiç hissettirilmedi. Ya da anlamadık.
Biz çok mutluyduk. Bu on yıl o kadar muhteşemdi ki sonrasında diyetini ödeye ödeye
bitiremedik.
Bugün, bir yandan ekranlarda iç burkan dostluk, birlik türküleri çalarak, sloganlarla özlü
cümlelerle çağrılar yaparken bir yandan meydanlarda ağızlarından tükrükler saçarak sesleri
kısılana kadar birbirlerine olmadık hakaretler etmek ikiyüzlülüğünü gösteren liderlerin yarattığı
umutsuzluğa,
Bir yandan da sağımdaki solumdaki genel olarak kanıksadığım ama zaman zaman şaşırmaktan
hala kendimi alamadığım ikiyüzlülüklere, uğradığım hayal kırıklıklarına ve sevgisizliğe
tahammül edebiliyorsam, bunda o muhteşem on yılın o kadar büyük katkısı var ki...
Hep sevgiyle kalalım...
Bu mim benden de sevgili Lale' ye ve Sünter' ciğimme gitsin...
Sonunda edinebildim çok istediğim "Dance with Me " yi.
Rayuş Kadıköy' den buldu getirdi.
Geçen yıl çok keyifli bir yolculukta, arkadaşımın arabasında dinlemiştim. Yol çok güzeldi. Güzel
bir sabahtı. Keyfim tavan yapmıştı. Bir yanımı alıp geçmişe götürmüş, diğer yanımın da içinde
yaşadığı anı daha da güzelleştirmişti.
Bu gün güneş ışığı ile birlikte evim bu çok güzel müziğin nağmeleriyle doldu taştı.
Gözlerim de sıcak göz yaşlarıyla....
Yaşantımdaki tüm olumsuzluklar onlarla birlikte akıp gitti sanki....
Sonra bir salıncağın kollarına attım kendimi. Havalara uçtum.
Maviyle yeşilin buluştığu yerde başka çocuklarla buluştum.
Bir miktar da onlarla koştum.
Hem yorulmuş hem de acıkmıştım.
Bir piknik sofrasına, diğerlerinin yanına iliştim...
Sonra birden büyüdüm.
Kendimi loş bir ışık altında yakışıklı bir prensin kollarında
dansederken buldum...
Yeniden, yeniden dinledim.
Çocukluğumda, pazar günleri çalardı bu tarz müzikler. Spiker "akordeonla Paris Melodileri
dinlediniz" derdi bittiğinde.
Nedense aklıma hep arka bahçede, çimenlerin üzerinde masa etrafında kahvaltı
yapan dedeli, büyük anneli bol çocuklu aileler gelirdi dinlerken.
İhtimal ki benzer bir Amerikan filmiden takılmıştı aklıma bu sahne.
Bu imaj hiç değişmedi sonra. Her dinlediğimde hep aynı sahne canlandı gözümde.
Sanırım şu sekiz çocuk meselesi de bununla ilgili bir şeydi.
Her neyse, yatağımı bu müzikle topladım, balkonu bu müzikle yıkadım.
Bu müzik çalarken Paçozla top oynadım.
Tüm bunları yaparken tüm sevdiklerimi hatırladım. Yanımda olmayanları. Özlediklerimi.
Cıvıl cıvıl bir müzikle, tatlı tatlı geçmişi düşündüm bu günü yaşarken.
Çok mutlu etti bugün bu müzik beni.
Paçoz da bütün gün keyifle kuyruğunu salladı durdu.
Gülümseyerek seyrettiğim, "seyretmesem de olur ama bu gece bana iyi geliyor en azından başka şey düşünmüyorum" dedirten, kasmayan, yormayan bir mahalle dizisi içinden çıkıveren bir eski şarkı. Yine Göksel' in huzur veren yumuşak sesinden eski, çook sevilen ve dinlenen bir Sezen Aksu şarkısı.
"her sabah güneş doğarken
yeni bir güne başlarken
ne zaman ki güzel bir şey görürüm
sensiz içime sinmiyor
gözlerim arıyor seni
benim çocuk sevgilimi
bir ateş ki yüreğimi
alev alev yakıyor
seni bana vermediler
seni bana vermediler
mutlu olsunlar diyorum
elbet onlar da severler
bazen bir çiçek açarken
bazen bir çocuk gülerken
ne zaman ki içim taşar sevinçten
sensiz içime sinmiyor
dönüp de baktığım zaman
hatıralar ağlaşıyor
bir yara ki her yanımı
ince ince sızlatıyor"
Ve belki de sırf bu yüzden
Hep masum kalmaya mahkumdur.
Sonuna kadar...
"Ah be kızım. Nasıl iş çıkardın şimdi. Niçin dikkat etmiyorsun. Senden başka kimse var mıdır acaba okulda, tatil günü sokaklara dökülen iğneci evi arıyan.
Biraz şaşkın, biraz korkulu, elimi sımsıkı tutmuş hızlı hızlı yürüyen anneme koşar adımlarla ayak uydurmaya çalışıyorum. Kasvetli hava, yağan yağmur iyice tedirgin ediyor yüreğimi.
Nihayet aradığımız evi buluyoruz, şişman, esmer kıvırcık saçlı bir kadın başını araladığı kapıdan uzatıyor. Asık bir suratla soruyor. "Buyrun, ne vardı?" Annem durumu izah ederken ben titreyerek etrafıma bakıyorum. Karanlık, taş bir avlu. Tüm eski Adana evleri gibi. Yarı açık yarı kapalı. Tabanı toprak açık kısmına yağan yağmurun tıpırtıları yüreğiminkilere karışıyor.
Avluya giriyoruz. Bir sedirin ucuna ilişiyorum. Kadınla bir kapının ardında kaybolan annem de geliyor yanıma oturuyor biraz sonra. Yan gözle bana bir göz atıyor ve gözlerimde nasıl bir korku gördüyse, o meşhur tek kaşı havada muzip haliyle, ciddiyetini de bozmadan beni rahatlatmaya çalışıyor.
"Korkacak bir şey yok. Biraz geç oluyor seninki o kadar. Bundan sonra daha dikkatli olursun olur biter. "
Hepsi benim şaklabanlığım yüzünden.
Adana' dayız. İlkokul ikinci sınıfa gidiyorum. Ablam da dördüncü sınıfta. Evimizin bir sokak ötesindeki Reşat Bey İlkokulu' nda okuyorum. Bu okulun o zamanlar bana uçsuz bucaksız gelen bahçesini hiç unutmuyorum. Üç şey net aklımda. Seyyar dondurma ve şalgam arabalari. Donurmacıdan 5 kuruşluk dondurma alabilmek için tekerleğin üzerine çıkmam gerekiyor. O kadar küçüğüm. Teneffüslerde hatta yaz tatilinde uygun dört ağaç bulup köşe kapmaca oynayışımız. Ve tabii bir kabusa benzeyen bu üçüncüsü.
Sınıf öğretmenimiz Cumartesi öğleden sonra İstiklal Marşının arkasından eve gitmeyip bahçede toplanmamız gerektiğini söylüyor. Öyle yapıyoruz. Tam karşımıza iki yüksek sehpa konuyor. Beyaz önlüklü iki hemşire siyah çantalarından uzaktan seçemediğimiz bir şeyler koyuyorlar sehpaların üzerine. Çiçek ya da verem aşısı yapılacak, emin değilim. Bizim sınıfın yarıdan çoğu ağlamaya başlıyor.
Ben ufak ufak gırgır geçiyorum. Sürekli olarak gülüyor ve hiç aşıdan korkulur mu diyorum. Herkes arkaya saklanırken ben öne atlıyor ilk masaya ilk giden ben oluyorum. Hiiiç korkmuyorum. Asla (!) ... Hemşire işini yapıyor. Gerçekten hiç acımıyor. Hoplaya zıplaya dönüyorum diğerlerinin yanına. Asık suratlı naif ablamla eve geliyoruz. Ablam suskun, ben kahraman edasıyla hiç acımadı muhabbetleri yapıp bir de babamdan "aferin Asunino" alıp memnun yatıyorum.
Gece ablam ateşleniyor. Ben mışıl mışıl uyuyorum. Sabah ablamın kolu şişmiş. Ben gayet neşeli.
Annemle babam uzat bakiim kolunu diyorlar. Bir de bakıyorlar ki sadece tentürdiyot kalıntısı. Dikkatla bakıp iğne izi arıyorlar. Yok. Ablam durumu anlıyor ve yüzünde bir zafer ifadesiyle anlatıp beni yerin dibine batırıyor. Birinci masada sadece sterilize edilip ikinci masada iğne vuruluyormuş meğer.
Korkudan bakamadığım için anlamamışım.
Ben bunları düşünürken kadın içerden sesleniyor. "Tamam gelebilirsiniz..."
Dizlerim titreyerek bir kapıdan içeri giriyorum. Annem de yanımda. Bedbin suratlı kadın kolumu sıvamamı istiyor. Annem elbisemin kolunu yukarı doğru kıvırırken dehşetle kadının yanan gazocağının üzerindeki kutuyu bir bezle alıp içinden bir maşayla şırıngayı alışını ilacı şırıngaya çekişini seyrediyor oradan tabana kuvvet kaçmak istiyorum.
Sonrası malum. Şişen kol, çıkan ateş, sevimsiz bir ağrı ve berbat bir hastalık hali.
Daha da kötüsü, duyduğum utanç ve yaşadığım dehşet...
Tam yarım asır sonra her ayrıntısını hatırlayabildiğime göre...
Herkese güzel bir hafta diliyorum...
Dün öğleden sonra biraz yürüyüş yapmak biraz da fotoğraf çekmek amacıyla evimin civarında keşif gezisine çıktım.
Boş yollar, sağda solda huzursuz koşuşturan köpekler, sıska kediler, kuru dallarıyla içe kasvet veren ağaçlar.
Sağ tarafımda boydan boya uzanan ormandaki çam ağaçlarının donuk, sessiz, hareketsiz, siyaha çalan yeşilliği.
Fotoğraf makinemi çantasından çıkarmak dahi gelmedi içimden.
Bu belki de biraz benden kaynaklanıyordu. Huzursuz, renksiz, çorak, kuru olan sadece benim ruhumdu. Yarım saatlik bir yürüyüşü kaldıramayacak derecede yorgun olan bedenim kadar |
yorgun ruhum...
Dönüş yolunda parkın içinden geçerken griliğin yavaş yavaş kızıla dönüştüğünü farkettim.
Başımı kaldırdım ve kıpkırmızı kocaman bir güneşin gülen yüzüyle karşılaştım.
Eve girip yavrumu hazırladım ve kameramı bırakmadan indik parka.
Birikte gezerken adım adım batırdık güneşi.
Geçmişim bir kere daha yetişti imdadıma.
Babamla gün batımlarında elele yaptığımız yürüyüşler canlandı gözümde. Birlikte söylediğimiz şarkılar geldi aklıma.
"Akşamlar inerken mavi sulara
bir kırık cam olur ufukta güneş...." diye başlayan hüzünlü parça...
Sonra daha neşeli bir başka akşam şarkısı
"Akşam güneş gökten indi
muhite bir melal sindi
beyabanın deresi
neden böyle çabuk dindi
trallalla la trallalla la...."
Sonra keyifle birlikte bizi bekleyen bahçesi gül, sofrası yemek kokulu, merdivenleri gıcırdayan ahşap evimize güle oynaya dönüşümüz.
Güneş tüm ışığını yavaş yavaş ruhuma doldururken parkı saran karanlıkta huzurla döndük
evimize.
Yarın dostumuzun günümüzü pırıl pırıl aydınlatacağı inancıyla.....
Yavşak haa... Yavşak haa...
Can karşımızda kollarını kaldırmış bir yandan zıplıyor bir yandan da bağırıyor. 5- 6 yaşında. Şişli' de otobüs durağındayız. Berbat bir ayaz var. Muhtemelen hafta sonu ve ablamdan eve dönmek üzere ayrılmış otobüs bekliyoruz. Hepimiz çok üşüyoruz ama Can' ı öyle çok sarıp sarmalamışız ki üşüyebileceği aklımızdan bile geçmiyor.
O yaşında son derece neşeli hatta şaklaban bir çocuk olan yeğenim tepesi sivri yün başlığının içinde yüzü neredeyse morarmış üşüdüğünü belli etmemek için titreyen sesiyle ha bire aynı şeyi tekrarlıyor bir yandan tepinirken.
Farkına varınca ne yapmaya çalıştığını soruyoruz. " görmüyor musunuz horon yapıyorum" diyor.
Garibim "ha uşak ha " yı "yavşak ha"diye biliyormuş. Bu şaklabanlığıyla ısıtıyor bizi o gün. Gülerken üşümeyi unutuyoruz.
Sabahları olabildiğince çok uyuyup çok kısa zamanda hazırlanıp hafif mahmur bir halde işe gitmek üzere evden çıkınca yüzüme çarpan ayazı hissetmeyi çok severdim. Bir yandan yürürken derin derin havayı solumayı, soğuktan ürpermeyi.
Akşam yoğun bir beden ve zihin yorgunluğunun arkasından bankanın kapısından kendimi dışarı atabildiğimde hava nasıl olursa olsun yanmayı ya da üşümeyi zevkle kabullenirim. Özellikle biraz üşümeyi hayatta ve sağlıklı olduğumu hissttirdiğini düşünerek hep sevmişimdir.
Soğuktan en çok bizar olduğum zamanlar hareketsiz beklediğim ve bazan saatleri bulan otobüs ya da dolmuş kuyrukları olmuştur. Hele soğuk, yağmur veya karla karıştıysa bu bekleyişler azaba dönüşmüştür. Kadıköy meydanında arkadaşlarla buz üstünde geceyarılarına kadar tepine tepine binecek bir araç beklediğimizi hatırlıyorum. Bir de yoğun sisli sabahlarda saatlerce vapurun hareket etmesi için sisin dağılmasını beklerlen nemli ayazın nasıl içime işlediğini.
Bu gün akşam üzeri, bütün gün biraz da sıkılarak bel ve ayak ağrılarıyla moralsiz pinekledikten sonra, isteksiz bir şekilde, beni zorunlu çıkardığı için paçoza kızgın, üzerime bir şeyler geçirip apartman kapısından açık havaya çıkınca yüzüme çarpan yağmur ve soğuk içimi pişmanlıkla doldurdu. Parkın ışıkları altında kuru dallar üzerinde, yapraklarda mücevher gibi parlayan damlacıklar, nereden geldiği belli olmayan kuş sesleri. Soğuk havayı zevkle ciğerlerime çekerken duyduğum keyfi gölgeleyen tek şey orada burada koşuşturup duran korumasız kedi ve köpeklerdi yalnızca. Aslında bu kadar soğuk beklemediğim için üstüm inceydi ve Paçoz takıldığı bir ağacın dibini koklamak üzere durduğunda, onu beklerken, öyle çok üşüdüm ki tüm soğukla ilgili yazdıklarım ve şimdi yazacağım anılar tek tek film şeridi gibi geçti gözümün önünden.
Sene ya 1979 ya da 80. İstanbul' un en soğuk kışlarından birini yaşıyoruz.
Bakırköy' de yazın taşındığımız yeni bir apartman dairesinde kız kardeşimle (Rayuşla) oturuyoruz. Geniş balkonunda neşeli akşam yemekleri yediğimiz püfür püfür serin, yepyeni, parkeleri mutfağı pırıl pırıl, geniş bir apartman dairesi.
Akşam eve geliyoruz. Yeni ve rutubetli bina buz gibi. O sene de yakıt kıtlığı var. Bir gaz sobası bulup buluşturuyoruz. Gazyağı için kuyruğa girmek gerekli. Çalışıyoruz, vakit yok. O da olmuyor. Küçük bir elektrik sobası alıyoruz. Düğmesine bastığımız anda telleri tam kızarırken sigortalar atıyor. Ev beşinci katta. Sigortalar bodrum katında. Elimizde mum ve tabure iniyoruz, becerikli Rayuş sigortayı hallediyor. Eve çıkıyoruz . Nasıl soğuk. Soba bize bakıyor biz Rayuşla birbirimize. Karar verip önce ayaklarımızı dayıyor basıyoruz sobanın düğmesine. Bir an ayağımıza bir sıcaklık sonra hoop yine zifir karanlık. Bir kaç denemeden sonra vaz geçiyoruz.
Sabah işe gidecekmiş gibi giyiniyor, yün çorap, bere kaşkol ve eldivenle oturuyor, salondaki çekyatı açmadan, birbirimize sarılarak yatıyoruz. Kesinlikle abartmıyorum.
Hiç unutmuyorum (Rayuş da tabii) gecelerden birinde "Ninom" diyor. Aklımdayken bana para vereceksin. Falanca gelecek bu gün vermem gerek." O benden önce çıkıyor sabahları. Ben uyurken. (Fatih' te çalışıyor)
Çantam çıkarken almak üzere portmantoda asılı ve oraya gitmek için 2 yorgan, 2 battaniyenin altından kalkıp beş- altı adım yürümem gerek. Kesinlikle göze alamıyorum. Cevabım:
" Yarın telefon aç havale çıkarırım. Şimdi veremem."
Akşam çıkışta sobası olan yakınlardaki dostların evinde vakit geçiriyorız ve gece geliyoruz eve.
Yine böyle bir gece anahtarla kapıyı açıp girdiğimizde bir hoşluk hissediyoruz. Önce algılayamıyoruz durumu, sonra bakışıyoruz ve aynı anda bağırıyoruz. "SIICAAK ?..."
İnanamayıp radyatörlere koşuyoruz. Elimiz yanıyor. Çılgınlar gibi bağırışarak kızılderili yerliler gibi dans ediyoruz antrede koridorlarda. Delleniyoruz adeta.
Sonra yaşamımız normale dönüyor.
Ve tuhaftır ki kısa zamanda unutuluyor.
Biz insanlar ... Gerçekten garip mahluklarız. Ne istediğimiz ne istemediğimiz belli .
Bir övgüler yağdırırız. Bir şikayet ederiz. Bir nefret eder sonra döner yine severiz.
Bu arada görüldüğü gibi Satürn' le inatlaşmamız devam ediyor.
Ama söz. Bundan sonraki anı yazısı olmayacak. Sonra yine devam...
İçimiz ve etrafımız hep sıcacık olsun.
Hep sevgiyle kalalım...
Yeni yıl için şu çok meşhur beyaz sayfaya görünmez kalemle yazdığım kuralların başlarında bir yerde , "geçmişe biraz mesafeli durmak" kararı vardı. Hemen söylemeliyim, bunun Satürn ' le kesinlikle ilgisi yok. On- on beş gündür kendimle ilgili yapabileceğim en radikal değişikliğin bu olacağını bu yüzden kolay olmayacağını tahmin ediyordum. Ama hemen ilk günden dolup taşacağımı ve ilk yazımın yine anı yazısı olacağını hiç öngörmemiştim doğrusu.
Evet. Ocak bir gol bir. Akşam oturdum güzel güzel Show TV. de dans yarışmalarının tekrarını izledim. Sonra yazmayı düşündüğüm keyifli post için tam ekrana arkamı dönmek üzereydim ki başlayan filmin altındaki açıklama çarptı gözüme. "A.J. Cronin' in romanından uyarlanmıştır." Sonra, radyo temsili gibi dinlemeye başladım. Londra' da bir baba ve anne kızları için bir damat adayı bulmuşlar, kız gönülsüz. Tanımadan aşık olmadan evlenmek istemiyor. Otoriter tavırlı anne daha ne kadar babasına yük olacağını soruyor. Kız reddetmekten vaz geçip adamın mesleğini öğrenmek istiyor. Anneden babadan önce atlıyorum. Doktor. Sonra merakla beklemeye başlıyorum. Ne zaman Uzak Doğu' ya gidilecek . Gerçekten bir kolera salgını nedeniyle gönüllü olarak karısını da alıp Çin' e gidiyor doktor bey. Film, orada geçiyor.
Yaşıtlarım bilirler, A.J. Cronin bizim ilk gençlik yazarlarımızın en çok okunanlarından biriydi. Mesleği de doktorluk olan yazarın roman kahramanları genellikle doktordu ve çoğunlukla olay lar Uzak Doğu' da geçerdi. Bir de kadın yazar vardı benzer (umarım kitapsever dostlarım hatırlayıp yoruma yazarlar) doktor-Çin ikilemesini kullanan, ismini hatırlayamadığım.
Cronin' in çok sayıda kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Şahika ismi aklımda kalmış ama esas bir çırpıda okuyup en çok etkilendiğim eseri Yeşil Yıllar olmuştu. 16- l7 yaşlarımdaydım sanıyorum.
O dönem en sevdiğim romanların başında geliyordu. Aklımda kalan deniz tutkusu, kardeşlik, ayrılık temalarının ağırlıklı olduğu idi. Sonu çok çarpıcıydı.
Sonra o yaşlarda bol bol okuduğum o günleri hatırladım.
En çok gece ve yatağımda okurdum. Elime aldığım kitabı bitirmeden kesinlikle uyumazdım. Aklıma bir şey takılıp anlamadan okuduğumu hissedersem geriye döner, tek kelimeyi boş geçmezdim.
Eğer gündüz okuyorsam elimde ya elma olurdu ve yıkayıp ısırarak yerdim, ya da soğuk süt içerdim. Hala elma ve özellikle soğuk içiyorsam süt bana hemen ilk gençliğimi ve kitap kokusunu çağrıştırır.
Çalışırken yollarda çok kitap okudum. Trende ve vapurda. Kara yolunda kesinlikle okuyamam.
Hemen başım döner midem bulanır. Unkapanı' da çalışırken, Bakırköy-Yenikapı arası trende genellikle ayakta olurdum. Ama dönüşte Sirkeci' den ilk kalkacak olana oturamazsam mutlaka bir sonrakine biner açar kitabımı okurdum. Sonra ilginç bir şekilde bir an gelir kitabı kapatır toparlanır, tren durur ve inerdim. Nasıl bir alışkanlık oluşmuşsa, durakları takip etmem gerekmezdi. Zeytinburnu- Yenimahalle arası çok uzun, Yenimahalle- Bakırköy arası çok kısa olduğu için herhalde içgüdüsel olarak algılardım ineceğim durağı.
Doksanlı yılların ortalarından sonra zihnim tamamiyle başka konularla ve yoğun bir şekilde meşgul olduğundan sanırım, okuduğum şeye odaklanma yeteneğimi kaybettim. Gerektiğinde okuyormuş gibi yapıp boşa sayfa çevirdim ama uzun süre okuyamadım. Son üç yıldır yavaş yavaş önce sevip bildiklerimden başlayarak en çok da bu blogun katkısıyla dostların yazılarını bol bol okuyarak bu durumun üstesinden gelmeye çalışıyorum.
Görüldüğü gibi ben ne kadar denemek istesem de geçmişim beni bırakmıyor. Alay eder gibi televizyonda ilk defa Cronin' den bir uyarlama ekranlardan göz kırptı, nanik yaptı. İlgimi çekmeyi başardı.
Sanırım bu, Satürne düşman bir gezegenin işi. Onlar itişip kakışıyorlar, olan bana oluyor.
Böylelikle de, yine, her sene olduğu gibi o 365 beyaz sayfalı boş defter, ilk sayfasından itibaren boş kalmaya mahkum gibi görünüyor.
Ve Erol Evgin yine aynı şarkılarla bir yerlerden sesleniyor.
Hep böyle kal. Hep böyle kal . "Dün" e yakın...
Hep sevgiyle kalalım...
ÖZLÜYORUM
Çocukluğumda, Anadolu' da...
Bir Anadolu şehrindeki yazlık sinemanın kuru tahta sandalyesinde, perdedeki yabancı filmin
bitmesini beklerken;
veya, gece dost ziyaretinde annemle babamın mırıltıları arasında elimdeki kitabı okurken
geliveren,
ya da, trenle, otobüsle bir şehirden bir diğerine giderken bastıran o çaresiz, rahatsız
uyku haliyle, başedebilme, evdeki yatağı düşünmeme çabalarını.
Seyahatlerdeki yanık benzin kokusunu, berbat mide bulantılarını, kusmaları.
Hemen her bayram arifesinde nedense gece geç vakitlere kalan yeni elbisemin etek boyunun
alınması esnasında , mide bulantısı ve uykusuzlukla ayakta verdiğim amansız mücadeleyi;
Sık sık değişen ev ve okulları;
Sıcak güney şehirlerinde öğlen 12 güneşinde ablamla buz ya da ekmek almak üzere ya da sırayla
taşıdığımız koca fırın tepsisiyle geçtiğimiz yollarda genzimi yakan hızar kokularını, döktüğüm
terleri;
Bir de babamın gazetelerden yaptığı şapkaların koruyamadığı başlarımıza geçen amansız güneş
altında, sonu gelmiyecekmiş gibi görünen resmi bayram törenlerini, bir stada yerleştirilmiş tahta
iskemlelerde izlemeye çalışırken yaşadığım eziyeti;
Bitmez tükenmez ev ödevlerini yetiştirmeye çalışırken çektiğim karın ağrılarını.
Uzun uzun düşünüp, ayıklayarak çıkardığım çocukluğumun bu en "bahtsız" hallerini,
sahip olduğum, hiç yitirmeyeceğimi sandığım o sınırsız GÜVEN duygusu hatırına deliler gibi
özlüyorum.
Ergenlik yıllarımda, İstanbul' da...
Mutsuz ve umutsuz geldiğim bu şehirde
o güven duygusunu yitirdiğimi düşünmüşken...
Kendimi bir yandan, yüz yaşındaymış gibi yaşlı ve görmüş geçirmiş,
bir yandan da bir bebek kadar korkak ve korunmasız hissederken
yüreğimde ufak ufak yeşeren umutları, kendimle ilgili küçük keşifleri;
Şiir defterimi, şiirlerin üzerimdeki tesirini,
harçlıklarımla aldığım kitaplarımı koklaya koklaya okumayı (artık o yoğunlukla yapamadığım);
Serkeşliğimi, tembelliğimi, okuldaki başarısızlığın dayanılmaz hafifliğini;
Yağmur altında saatlerce beklediğim sinema kuyruklarını,
Annem ve küçük teyzemle yaptığımız İstanbul gezilerini, en çok da Emirgan ve semaverleri.
Şevket Uğurluel ve Not responsible' ı dinlerken duyduğum coşkuyu ve (o yaşlarda sevdiğim ilk
Türk solistten işittiğim şarkı-1964-65 Erol Büyükburç bir nevi Elvisti o zamanlar) ezbere
bildiğimiz, her değişikliğini takip ettiğimiz dünya müzik listelerini.
Tüm bunları da çok özlüyorum.
GÜVEN duygusunun yaşamımdan tamamiyle yok olduğu günler. Yeni korkular. Boşluk duygusu.
Her şey bitti derken...Sorumluluk, ayakta kalma hırsı, yeni çabalar ve,
birlikte ve kendi mücadelemizde bizi ayakta tutan, zorunlulukların yaşamımıza kattığı
bir anlamda kaçınılmaz, yepyeni duygu. ÖZGÜVEN...
İlk iş hayatım. İlk iş arkadaşlarım. Unkapanı Çarşısı. Çok güzel, çok yeni.
Öğlen yemekleri için her gün alternatif arayışlarımız. Unkapanı' nın ara sokaklarında güle
oynaya arayıp bulduğumuz salaş börekçiler, sokak arabalarından tükrük köfteleri, ay başlarında
Fatih'te ya da Eminönü' de yediğimiz tereyağlı, yumurtalı enfes pideler. Ekmek arası balıklar.
Ramazan' da üst katta hazırlayıp birlikte yediğimiz iftar yemekleri. Hafta sonları piknikler...
Cumartesi iş çıkışı gittiğimiz sinemalar...
Yıllık tatil gezileri. Aramıza yeni katılanlarla hafta sonu birliktelikleri, sayıları her yıl artan hiç
aksatmadan kutladığımız doğum günleri.
Tüm bunları da özlüyorum.
Sonrası? Bir sis perdesinin altında. Monoton, birbirinin aynı gün ay ve yıllar yığını.
Keyifli aile komedilerinde figüran, tragedyalarda başrol oyuncusu olduğumuz yıllar.
Kahkahaların yapmacık, acıların gerçek olduğu...
Hevessiz, hırssız, motivasyonsuz, hedefsiz, kayda dağmez, hatırlanması gerekmez sene yığını.
Öylesine tüketilip yitirilen. ..
Çoğunu hiç hatırlamıyorum.
Bazılarını, hatırlamak istemiyorum.
Emin olduğum tek şey,
O yıllardan pek de fazla bir şeyler özlemediğim...
Bugüne gelince....
Bugün, seçici olma zamanı.
Sevdiklerimle birlikte olma, sevdiğim şeyleri yapma, istediğim müziği dinleme, istediğim kitabı
okuma zamanı. Yüreğimi, ruhumu, yormaya, huzurumu kaçırmaya, canımı sıkmaya, tüm
bunlarla uğraşmaya pek fazla vaktim yok.
Yaşadığım tüm anlamlı zamanları hatırlamayı, yazmayı, geri dönüp okumayı çok seviyorum.
Hayatımın son döneminde bunu yapıyor olabilmemin, bana bahşedilen çok önemli bir şans
olduğunu düşünüyorum.
Yaşamı çok fazla önemsemek istemediğim gibi, önemsenmek gibi bir talebim de yok.
Hiç bir şeyin fazlasında gözüm yok.
Gözlerimin ağlamaktan, ya da gülmekten yaşarmasını istemiyorum.
Huzurla parlasınlar sadece.
Ve tebessümüm eksilmesin dudaklarımdan.
Hepsi bu...
Sevgiyle kalın...
Sene 1965-66 civarı...
İki gitarı vardı ağabeyimin. O sıralar The Ventures' in Pipeline' ı sallıyordu dünyayı ve Türkiye' yi. Radyoda sık sık çalıyor, evlerde plakları dönüyordu durmadan.
Sanki o dönemde gitar çalmayan genç yok gibiydi. Genç odalarının bir duvarında asılı bir gitar, odanın mobilyasının bir parçası gibi, olmazsa olmaz eşyalardan biriydi.
Gitar çalıp da o günlerde Pipeline' ı çalmamak... Olacak iş değil. Müthiş havalı bir gitar parçası. Enstrümantal. Benim yaşımda olup da listelerle ilgilenenler ( izlemeyen yoktu sanki o zaman) mutlaka hatırlayacaklardır...
Ağabeyim kimi boş bulursa, ki buna annem de dahil, gitarın birini tutuşturuverir eline karşısına oturttururdu. Önce üç parmağımızı perdelere yerleştirir çok kolay olan ve melodi boyunca hiç değişmeyen iki akora nasıl basacağımızı anlatır sonra kendisi diğer gitarı alırdı.
İlkin biz başlardık akor tutmaya. Tüm dikkat o üç parmağa verilirdi. İşaret, orta ve yüzük parmağı...Pam pa-pampa pampa-pampa pampa- pampa...Sonra tüm ihtişamıyla o girerdi melodiye. Önce parmağını sapın üzerinde havalı bir şekilde kaydırır, sonra son derece coşkulu tremorelerle girerdi melodiye.
Ben kendi adıma müthiş zevk alırdım ona akor tutmaktan. Bozmamak için elimden geleni yapardım. Müthiş güzel olurdu. Nasıl da kaptırır giderdik kendimizi o üç-beş dakikaya. Sanki hiç dert tasa yok gibiydi o geçici büyülü anlarda. Herşeyi unuttururdu müzik.
Son günlerde sıkça çalmaya başladı bir yerlerde yakın versiyonları. Hastalıkta ve nekahatta duygusallaşıyor insan. Ben bu saatler sık sık TV.da 60-70's hits dnliyorum. Birden duyuverdim önce , pampa-pampa pampa-pampa pampa- pampa.... Sonra o coşkulu ezgi....
Bu satırları yazarken buruk bir kaç tesadüf, onun en sevdiği şarkılardan biri, Malagenia, sonra en sevdiği şarkıcılardan biri, Connie Francis adeta eşlik ettiler duygularıma.
10 kasımda 13 sene oluyor kaybedeli.
Bu dünyada pek de bulamadığı huzuru umarım bulmuştur oralarda...
Nurlar içinde yatsın.....
Sabah kahvede Rayegân' a Tırpan' ı hatırlıyor musun diye sordum. Hiç tereddüt etmeden "tabii, Dürü'yü nasıl unuturum" deyince, hele bir de anneannemden alışık olduğu Orta Anadolu şivesiyle " Amanıng da benim çileli başıma ne işler geldi böyle... Vay ben ne talihsiz bir gızım ...Oy öleydim de bunları görmeyeydim..." ve benzeri bir sürü lafı ardarda tiz bir sesle sıralayınca ağzım açık kaldı. Doğrusu ben Dürü' yü unutmuştum. O romandan bir tek Uluguş Nine' yi, o da adını muhtelif nedenlerle sık sık tekrarladığımız için hatırlıyordum. "Ne konuşuyorsun öyle bilmiş bilmiş Uluguş Nine gibi" şeklinde.
Yetmişli yılların başında biz üç kızkardeşin, çok hoş bir alışkanlığımız vardı. Birimizin başlayıp çok beğendiği bir romanı hep birlikte aynı anda okumak. Beğenilerimiz hemen hemen aynı olduğu için dikkatler dağılmaz, sırayla birimiz yüksek sesle okur, diğerlerimiz de dinlerdik. Okuyan, diyaloglara sıra gelince, tipleri seslendirirken kadın- erkek ya da yaşlı- genç oluşuna göre sesinin tonunu, yöreye göre aksanını ayarlar, bu işi olabildiğince eğlenceli hale getirirdik.
Bu okuma işlemi zaman zaman kahkahalar yüzünden, Love Story örneğinde olduğu gibi bazan da boğaz tıkanıp ses çıkmaz olduğu için kesilirdi. Sonra bu alışkanlığımızdan vazgeçtik.
İş, güç ve kimbilir başka hangi nedenlerle. Unutuldu gitti zaman içinde.
Dün bloglarda Fakir Baykurt' un ölüm yıldönümü vesilesiyle adını birkaç yerde görünce aklıma hemen Tırpan geldi. Onu hep birlikte önce gülerek sonra heyecanlanarak okuyuşumuz canlandı gözümün önüne. Ataköy' deydik. Birimiz sesi kısılana kadar okur, sonra diğerimiz alırdı. Yemek yemeyi unuturduk okurken.
Yukarı çıkınca, hemen kitabı alıp biraz karıştırdım. Ezbere bildiğimiz bir konu. Hikâye, Ankara yakınlarında bir köyde geçer. Yazar,taze güzel Dürünün, (14-15 yaşlarında) kendisini isteyen köyün en zenginlerinden yaşlı, göbekli Kabak Musdu' ya direnişini, ailesine karşı verdiği mücadeleyi alışılmışın aksine fazla ajitasyon yapmadan hatta eğlenceli bir dille (olabildiğince) anlatır. Sanırım böyle bir öyküde ilk defa bu tarz bir mücadele biraz dramatik bir biçimde de olsa kazanılır.
Uluguş Nine, köyün yarı meczup bilge yaşlısıdır ve konuştuğu her şey adeta yazarın iç sesidir. Hikayenin güzel bitmesi onun çabaları ve öğütleri sonucudur. Yeni bir başka şey de köyün bütün genç kadın ve kızlarının bu direnişe katılması, topluca seslerini duyurması olmuştur.
Tüm bu ilerici feminist tarz, Fakir Baykurt' a Avni Dilligil En İyi Yazar Ödülünü getirmiştir.
Bu güzel eseriyle ve böyle hoş bir anıyla yaşamımıza renk katan yazarı saygıyla anıyorum.
Nurlar içinde yatsın...
Son Söz
Kadın, senin için değil midir medarı iftihar,
Bütün müzik, bütün şiir, bütün hayat, bütün bahar?
Ve sen değil misin fakat bir anne her güzelliğe,
Senin değil midir sihir, senin değil mi iktidar?
Değil misin güzelliğin sonsuz feyizli kaynağı,
Senin değil mi sevgiler, senin değil mi itibar?
Ve sen değil misin ömür denen yolun çiçekleri,
Senin değil mi neş' eler; senin değil midir vakar?
Senin değil mi bülbülün gönlünde çırpınan sesi
Senin değil mi mahitap, senin değil mi ruzigâr?
ve sen tabiatın küçük bir örneği değil misin?
Senin değil midir mezar, senin değil mi yavrular?
Unuttun, anladım evet sen kendi kadrükıymetin,
Senin değil midir ümit senin değil mi arzular?
Her zulme rıza gösteren kadın nedir bu hal?
Hatırla kendi kendini, hayata dön, hayatı sar!
Şefik YELEN-1944
Bugün Aşk Dedikleri
Karikatür babama aittir
Daha önce bahsettiğim gibi, o dönem kadın- erkek ilişkilerindeki yozluğu, hikâyeler, şiirler, makalelerle ve mizahi bir üslupla ele alan babam, her iki cinsi de eşit miktarda bombardımana tutmuş, karikatürize etmiş, ama bitirirken, erkekleri es geçip kadınların alınabileceğini düşünerek son sözü onlara ithaf ederek bağlamış.
Kitabın diğer bölümlerini, sosyal, kültürel açıdan, aradaki büyük zaman nedeniyle, anlaşılırlığını yitirmiş olabilir düşüncesiyle burada yayınlamaktan vazgeçtim.
Ancak korkarım, bu dizeler, bu ülkede daha bir altmış yıl geçerliliğini koruyacak gibi görünüyor.
Plop plop plop...
Öğrendiğim ilk İngilizce kelimeler...
"A princess of Egypt" "Bir Mısır Prensesi" isimli bir öykünün ilk üç satırı. Bir kurbağanın suda çıkardığı sesler.
Bir rastlantı eseri evimize girmiş, İngilizceden Türkçeye, öğretmek üzere hazırlanmış bir öykü kitabından bahsetmek istiyorum. Fono yayınlarından çıkarılmış. Altmışlı yılların başıydı. İlkokul dördüncü sınıfa gidiyordum. Adıyaman' daydık.
O yıllarda biz çocuklar çok fazla okurduk. Kitaplar, dergiler elden ele dolaşırdı. Bahçe duvarlarına oturur okurduk. Pikniklerde ağaç altlarında, damlarda her boş vaktimizde okurduk. Sanırım birisi bu kitabı vermiş, bir daha da peşine düşmemişti.
Kitap gözümün önünde. Sol taraftaki sayfada öykünün İngilizcesi, karşıda da Türkçe, kurallı çevirisi. O üç kelime beni sol tarafa çekti. Aslında Türkçe çevirisi de aynı şekilde başlıyordu ama bilmem neden, (biraz genlerle alakalı, biraz mazoşist bir eğilim belki) ben bir sözlük edindim ve kelime kelime çevirerek, gözüm kayarsa diye de Türkçe sayfanın üzerini bir kağıtla kapayarak o kitabın öykülerini okumaya başladım.
Böylece ilk öğrendiğim kelimeler Mısır, prens, prenses, kurbağa, kral, kraliçe, aşık olmak, öpmek, sevmek, kızmak, sofra, yemek, saray uşak vs. uzayıp gidiyordu, silinmemek üzere hafızama yerleşmeye başladı. Öpücükle prens olan kurbağanın meşhur hikayesiydi.
Her kelimeye bakıp bir cümleyi çeviriyor, karşı sayfayla kontrol ediyordum. Öyle çok zevk alıyordum ki. Zaman hep aynıydı. Masal zamanı. Karmaşık değildi yani. Farkında olmadan bir şeyler oturuyordu.
Evde her kafadan bir ses çıktı. Ağabeyim ve arkadaşları alay ettiler. Gramer bilmeden olmaz diyordu herkes. Babam da önce tereddüt etti. Ama öyle aslanlar gibi savunuyordum ki yaptığımı.
Gramer ( her ne ise) bana gerekli değildi. Ben okuduğumu anlıyordum. Bunun ne zararı olabilirdi.
Okuduğumuz hiç bir şeyi elimizden almayan babam, onu da almadı. O yaz tatilini en az yüz kelimeyle kapattım.
Ortaokulda önceleri süper, sonraları vasat, en sonraları berbat bir öğrenci olan ben, karnemde tüm derslerimin zayıf olduğu lise iki ikinci dönem (lise ikiyi iki sene okudum) ve lise sonda bile İngilizcem beşin altına düşmedi. Bitirme sınavında beni çok seven Meral hocam, başıma bir iş gelmesin diye (boşvermişliğimin farkındaydı o dönem) "Yesterday' ı (Beatles) söyletip göndermişti.
Bu lisanı sevmemde bir ikinci yaz tatili kitabının da katkısı büyüktü. Babamın, radyo BBC yayınları ile eşgüdümlü olarak okuyup İngilizce öğrendiği çok eski bir kitap. Essential English.
Bu, çeşitli ülkelerden İngiltere' deki bir yaz okuluna lisan öğrenmek üzere giden 6 gencin okuldaki gündelik yaşamını anlatan bir ders kitabıydı. Jan, Lucille, Olaf, Pedro, Frieda ve Hob adındaki gençlerin tanışmalarını, kaynaşmalarını anlatan, ilerleyen zamanda ailelerini, özel sorunlarını ve duygularını da kapsayan konularıyla, testler ve sınavlar, bolca da resimlerle dolu
parlak sarı sayfalı çok hoş bir kitaptı. ( Sonra ikincisini de buldum)
1955 basımlı bu kitap da, babamın ölümünden birkaç sene sonra elime geçti. Her tarafı onun zarif italik yazısıyla kurşun kalemle hafifçe yazdığı notlarla doluydu. Önce öylesine bir göz atarken, sıradan gündelik diyaloglar arasında Hob dikkatimi çekti. Çok matrak bir tipti. Açılan her konuda anlatılacak komik bir hikayesi vardı. Birkaç örnek.
Konu sinema: Babası Hob' u ilk defa sinemaya götürmüştür. Film bittikten sonra babası döner ve sorar. "Nasıl, sinemayı beğendin mi?" Cevap. "Film güzeldi ama yerim çok rahatsızdı. "
Baba bakar ve "oğlum, koltuğunu indirmeyi unutmuşsun" der.
Konu dans: Hob' dan iki anı. İki tane çok bozulduğu olayı anlatır. İlki: Kızın biri ona "lütfen benimle dans eder misiniz" der ve o, buna çok kızar. Arkadaşları şaşırıp bunda kızılacak ne olduğunu sorarlar. Cevap: "O sırada biz pistin ortasında dans ediyorduk."
İkincisi: Pistte dans ederlerken Hob partnerine sorar. "Hiç benim kadar kötü dans eden birine rastlamış mıydınız?" Bekler, cevap gelmeyince duymadığını zannedip yineler. Bekler hala ses çıkmayınca üsteler. "Niçin cevap vermiyorsunuz?" Kız asık suratla cevap verir. " Düşünüyorum. Hatırlarsam söyliycem."
Gıdıkla da güleyim tarzı şeyler de olsa, Hob' un bu " do yo know the story of the man..." diye başlayan komik hikayeleri sanırım önce merakla çevirip sonra esprisine güldüğüm için o iki cilt kitabı bana zevkle okutturdu. Hele Gatenby' ın soğuk Mr. and Mrs. Brown' ından sonra ...
Yaşamıma rastlantıyla zıplayan bir kurbağacık ve tozlu raflardan fırlayan komik bir genç, şirin şirin kanıma girdiler ve beni iki insan yaptılar.
Bu insanlardan ikincisi hâlâ sıra konuşmaya gelince dili lal kesilse de...
Huzurlu ve keyifli günlere...
Artık fahri anneanneyim.
45 yıllık çok özel arkadaşım can dostum Semuş' um anneanne oldu. Tabii ben de. Yoksa kıskançlıktan çatlardım. Şaka bir yana dostlarımın içinde torun sahibi olan yoktu şimdiye kadar.
Bana ilk torunumu en eski dostum verdi. Bu çok hoş bir rastlantı.
Semuş' umu çok özel kılan, 1964 Eylül' ünde bahtsız, yalnız, acılı, öfkeli ve şaşkın taşralı bir genç kıza uzattığı ve sonrasında hiç geri çekmediği eli ve sunduğu içten dostluğu olmuştur diyebilirim içtenlikle ve tereddütsüz olarak.
Fatih Kız Lisesine ilk başladığım günlerde yanıma gelip bana sıkıntılarımı, üzüntülerimi yavaş yavaş unutturan son derece sevecen, yardımsever, güvenilir, naif, alçak gönüllü, güzel yüzlü, güzel yürekli, kısacası, mükemmel bir arkadaş örneği desem emin olun hiç abartmış olmam.
O kadar çok şey paylaştık ki onunla...
Her gün Çarşamba yokuşunu kolkola birlikte tırmandık. (Güzel havalarda)
Koro kıyafetlerimizle.
Birlikte ders çalıştık. Okul korosunda yanyanaydık. Aynı sırayı paylaştık. Birbirimize kopya verdik. Ben ona Matematik ve İngilizce yazılılarında, o, Tarih ve Coğrafya yazılılarında. Kiminde yakalandık. Okul koridorlarında hocalara yalvardık.
İlk sigara deneyimimizi birlikte yaşadık.
Hafta sonları Renk sinemasında Elvis, Cliff filmlerini birlikte seyrettik.
Pikaba koyduğumuz plaklardan Tom Jones, Engelbert Humperdinck şarkılarını bağırta bağırta birlikte dinledik. Bir de Cem Karaca' nın "Bir gün belki hayattan..." diye başlayan şarkısını ve daha bir sürü şarkıyı. Onun evinde birlikte oturduğu halasının, benim evimde annemin başını şişirdik.
Platonik aşklarımızı birbirimize anlattık.
Sartre ve Simone de Beauoir' yı, varoluşçuluğu ve feminizm kavramını ve daha bir çok şeyi birlikte öğrendik.
Lise ikide o edebiyat ben fen bölümüne geçtik.
Okul bitince her birimiz kendi iş hayatımıza atıldık. Ben Bankaya girdim. O bir fasıl Almanya' ya gitti. Uzun uzun mektuplar yazdı bana gurbet ellerinden.
Sonra kendisi kadar mükemmel yürekli eşiyle tanıştı. Çok güzel bir gelindi. Bildiğim gördüğüm en sağlam en mutlu yuvayı bu güne taşıdılar. Bir kızları oldu.
Her ikimiz de hep İstanbul' daydık ve zaman zaman arası uzasa da hiç kopmadan görüştük. Hep kaldığımız yerden aynı muhabbetle devam ettik tam 45 yıl.
Zaman nasıl da geçivermiş, sevgili yavrum İlknur' un doğumuna daha dün gitmemiş miydim? Hangi ara büyüd
Ve dün, o şahhhhane minik yaratığı gördüm. Yüreğimden vuruldum. Ne güzeldi. Masum, melekler gibi. Ara ara na
Ya o balkonda asılı duran minik çamaşırlar, miniminnacık çoraplar.
Son zamanlarda baş dönmelerinden, yükselen şekerinden, ağrılarından sızılarından sıkça söz eden arkadaşım, dün gülücükler yağdırarak evin içinde keklik gibi sekiyordu.
Ne ağrı kalmıştı, ne baş dönmesi. En az on yaş da gençti son gördüğüm Semuş' tan.
Bu benim hep tanık olduğum ve beni artık hiç şaşırtmayan mucize, dostum için de bir kez daha gerçekleşmişti.
Allah mutluluklarını daim etsin ve nazarlardan saklasın diyorum.
Sevgiyle kalın...
Bu Blogda Ara
Contributors
Blog Listem
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba,6 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Bi arkadaşa bakıp çıkıyorum9 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
Merhaba demeye geldim...10 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
TAŞINDIM...13 yıl önce
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
İzleyiciler
Yazı Arşivi
-
►
20
(5)
- ► Eylül 2020 (1)
- ► Ağustos 2020 (3)
- ► Temmuz 2020 (1)
-
►
17
(4)
- ► Nisan 2017 (1)
- ► Şubat 2017 (1)
-
►
16
(1)
- ► Şubat 2016 (1)
-
►
15
(1)
- ► Ağustos 2015 (1)
-
►
14
(16)
- ► Aralık 2014 (1)
- ► Eylül 2014 (2)
- ► Ağustos 2014 (1)
- ► Haziran 2014 (1)
- ► Mayıs 2014 (2)
- ► Nisan 2014 (4)
- ► Şubat 2014 (1)
-
►
13
(44)
- ► Aralık 2013 (3)
- ► Kasım 2013 (3)
- ► Eylül 2013 (6)
- ► Ağustos 2013 (3)
- ► Temmuz 2013 (1)
- ► Haziran 2013 (1)
- ► Mayıs 2013 (3)
- ► Nisan 2013 (7)
- ► Şubat 2013 (3)
-
►
12
(96)
- ► Aralık 2012 (2)
- ► Kasım 2012 (4)
- ► Eylül 2012 (16)
- ► Ağustos 2012 (7)
- ► Temmuz 2012 (5)
- ► Haziran 2012 (8)
- ► Mayıs 2012 (10)
- ► Nisan 2012 (14)
- ► Şubat 2012 (8)
-
►
11
(179)
- ► Aralık 2011 (19)
- ► Kasım 2011 (38)
- ► Eylül 2011 (14)
- ► Ağustos 2011 (17)
- ► Temmuz 2011 (8)
- ► Haziran 2011 (14)
- ► Mayıs 2011 (11)
- ► Nisan 2011 (9)
- ► Şubat 2011 (10)
-
►
10
(152)
- ► Aralık 2010 (12)
- ► Kasım 2010 (12)
- ► Eylül 2010 (9)
- ► Ağustos 2010 (12)
- ► Temmuz 2010 (7)
- ► Haziran 2010 (12)
- ► Mayıs 2010 (11)
- ► Nisan 2010 (17)
- ► Şubat 2010 (11)
-
►
09
(186)
- ► Aralık 2009 (22)
- ► Kasım 2009 (22)
- ► Eylül 2009 (17)
- ► Ağustos 2009 (24)
- ► Temmuz 2009 (19)
- ► Haziran 2009 (20)
- ► Mayıs 2009 (20)
- ► Nisan 2009 (8)
- ► Şubat 2009 (5)
Müzik
Popüler Yazılar
-
"Hoş geldiniz hocam, ilk merhaba benden olsun diyor resimdeki güleç yüz. Hoşuma gidiyor “hocam” sözü. Demek yüksek sesl...
-
Son günlerde televizyonda izlediğim üç olay hem kızdırdı, hem şaşırttı beni. Üzerinde uzun uzun düşünerek içinden çıkamayacak hale gelince ...
-
Saat 16.00 Dışarıda yağmur yağıyor. Oda sıcak ve aydınlık. Radyoda Türk Sanat Müziği çalıyor. Yeni başladığım örgüm elimde. Kedim ...
-
Fotoğraflar her sabah hiç aksatmadan ormanda yürüyüşe çıkan eniştem Ekrem Yaşar' a aittir. Bu yürüyüşlere özellikle aç hayvanlara her ...
-
Çok şey öğretti bu son on beş gün bana. Gündelik yaşamın, sıradan işlerin, anlamsız konuşmaların, sebepli sebepsiz gülüşlerin, ru...
-
Biraz umut kırgın gönüllere, biraz ışık fersiz gözlere, biraz teselli yaslı ailelere, biraz güç yorgun vücutlara, biraz neşe gülmeyi unutan ...
-
Nevin Rauf Konya' da yaşayan bir genç kızdır. Annesi babası bir kazada öldüğü için zengin yaşlı bir uzak akraba himayesinde liseyi bitir...
-
Bu güne kızgınlığı arttıkça geçmişin sığınağına çekiliyor insan. Birkaç saatliğine de olsa. Yoksa nefes almak güçleşiyor. Bu sabah, öy...
Etiketler
- 2010
- 2011
- 27 mayıs İhtilali
- 7 numara
- ABD
- abla
- acemilik
- açlik
- Adıyaman
- afet
- ağabey
- ağaç
- Ağustosta Rapsodi
- aile
- akraba
- akrostiş
- akşam
- Albatros
- alış-veriş
- alışkanlık
- alışveriş
- alışveriş tutkusu
- Ali Muhittin Hacı Bekir
- Alphonse de Lamartine
- amatörlük
- anı
- anılar
- anılar...
- anlaşma
- anlayış
- anma
- anne
- anneanne
- anneler günü
- Antalya
- apartman hayatı
- arayış
- arıza
- Arka Pencere
- arkadaş
- armağan
- aşı
- aşk
- aşure
- Atatürk
- ateş böceği
- atom bombası
- Attila İlhan
- ATV
- ATV şarkı
- Avustralya Açık Tenis
- ayaz
- ayrılık
- aziz nesin
- B.Necatigil
- baba
- Babalar Günü
- bahar
- bahçe
- balkon
- banka
- Barbra streısand
- barış
- başarı
- başlangıç
- Baudelaire
- Bauelaire
- Bayrak
- bayram
- Beatles
- bebek
- bekir sıtkı erdoğan
- beklentiler
- BEN
- beste
- beşiktaş
- Betty Smith
- beyaz dizi
- beyaz diziler
- beyaz roman
- Bhagavatgita
- bilgisayar
- Bir genç kız Yetişiyor
- Bir sarkısın sen
- Bir Şarkısın Sen
- birlik ve beraberlik
- birliktelik
- bitki
- biyografi
- blog
- blogger
- börek
- Buddha
- bugün
- bulmaca
- buluşma
- buzdolabı
- Bülent Ecevit
- Cahit Sıtkı Tarancı
- can yücel
- Capra
- cehalet
- centilmen
- cesaret
- cevaplar
- cezerye
- cinayet
- cocuk
- cocuk.
- cocukluk
- Cronin
- Cumhuriyet
- Cüneyt Gökçer
- çalışma hayatı
- çaresizlik
- çay
- Çığlık
- çınar
- çiçek
- çiçekler
- çiğ
- çocuk
- çocuklar
- çocukluk
- çöp
- dalgınlık
- Daltonlar
- damat
- Damdaki Kemancı
- dans
- davetiye
- dayak
- dedikodu
- Defne Joy Foster
- demirhindi
- deneyimler
- deniz
- deprem
- dergi
- destan
- dilek
- dilekler
- dinlenme
- disko kralı
- diyet
- dizi
- doğa
- doğallık
- doğum günü
- dolap
- Doris Day
- dost
- dostluk
- dostluk.
- dostlulk
- duygular
- düğün
- dül dül
- dünya
- dünya kadınlar günü
- Dünya Prematüre Günü
- düşmanlık
- düşünceler
- düşünceler.
- Ecevit
- edebiyat
- Edgar Allan Poe
- Ekim
- Ekrem Bora
- Elazığ depremi
- emek
- emekli
- eminönü
- Emirgân
- Engelliler
- ephraim kishon
- erişkin
- erişlilmezlik
- erkek
- eski yıl
- eşek
- eşyalar
- etiket metiket yok
- Etkinlik
- eve dönüş
- evlat
- Ey Aşk Nerdesin
- eylül
- ezan
- Ezel
- Fakir Baykurt
- fal
- fanatizm
- Farrah Fawcett
- fasulye
- felaket
- felsefe
- fenerbahçe
- fırtına
- Fikret Otyam
- film
- filozof
- final
- Firari
- firuze
- fono
- formüller
- fotoğraf
- Frank Sinatra
- Futbol
- gazanfer özcan
- gece
- geçim
- Geçmiş
- geçmişten şarkılar
- gelecek
- gelin
- genç kız
- gençlik
- gerçek
- geyik
- gezi
- gezinti
- giden sene
- Gitanjali
- giysiler
- Govinda
- gökkuşağı
- göl
- gönülçelen
- gösteri
- göze çarpmayan debdebe
- gözyaşı
- Grace Kelly
- grizu
- gül
- Gülümse
- gün batımı
- güncel
- güneş
- Güneydoğudan öyküler-Önce vatan
- Günlük yaşam
- güven
- güz
- güzellik
- güzellikler
- haber
- haberler
- Hacer Buluş
- Hacivat
- hafta sonu
- hak
- hala
- harika çocuklar
- hasta
- hastalık
- hayal kırıklığı
- Hayali Küçük Ali
- hayaller
- hayat
- hayvan
- hayvanlar
- hayvanlar alemi
- hazan
- hediye
- Herman Hesse
- hiciv
- Hindistan
- Hiroşima
- Hitchcock
- hobby
- Hollywood
- hoptirinam
- hoşgörü
- hoşluklar
- http://www.blogger.com/img/blank.gif
- huzur
- hüsran
- hüzün
- ıhlamur ağacı
- ışık
- ibadet sohbet
- içimizdeki çocuk
- içtenlik
- iftar
- ihmal
- İhsan Varol
- ikiyüzlülük
- ikram
- ilaç
- ilginç şeyler
- ilişki
- ilkbahar
- ilkokul
- İlkokul şiiri
- İnci Ertuğrul
- İngilizce
- insafsızlkık
- insan
- insan halleri
- insan olmak
- insanlık
- intikam
- İslamiyet
- istanbul
- isyan
- İş Bankası
- işçi
- iyilik
- Jacques Brel
- James Stewart
- Japonya
- Jean Moreas
- Jim Reeves
- kabuk
- kadın
- kadınlar
- kahvaltı
- kahve
- kalıplar
- kalite
- Kamer Genç
- kan verme
- Kandil
- kaplumbağa
- kar
- Karagöz
- karanfil
- karanlık
- kardeş
- karışık duygu ve düşünceler
- karmaşa
- katiam
- kavafis
- kayıp
- Kayserispor
- keder
- kedi
- kediler
- Kelime oyunu
- Kemal Burkay
- kerpiç
- keşke
- keyif
- kıskançlık
- kış
- kız kardeş
- kızkardeş
- Kim Novak
- kiracı
- kishon
- kişisel
- kitap
- koka kola
- kolbastı
- komedi
- komik
- komşu
- komşuluk
- konser
- konut
- korku
- Korolar çarpışoyor
- koşullu refleks
- köpek
- kuaför
- kupa
- Kurban Bayramı
- kuyruk-bilim
- kültürel mozaik
- Lale
- latife hanım
- lezzet
- lisan
- lise
- Liz Taylor
- maneviyat
- manzara
- Marsel İlhan
- masal
- masumiyet
- maymun
- mazi
- meclis
- medya
- Mehmet Topuz
- mektup
- merasim
- Mevlana
- mevsimler
- Meyva Zamanı
- Michael Jackson
- mim
- misafir
- misafirlik
- Misak- ı milli
- mizah
- Montaigne deneme
- moral
- Mr. Smith
- muhabbet
- Muhabbet Kralı
- Muhammed
- muhasebe
- Murathan Mungan
- mutfak
- Mutfak şarkıları
- mutluluk
- Müge Anlı
- müzik
- müzik nostalji
- Nagazaki
- Nazım Hikmet
- nefret
- nekahat
- Nirvana
- Nisan
- Nişan töreni
- Noktürn.
- nostalji
- okan bayülgen
- olay
- olgunluk
- on line alışveriş
- ordan burdan
- Orhan Kemal
- Orhan Veli
- orman
- oruç
- otobüs
- otokontrol
- oyun
- ozan
- ödül
- öfke
- öğrenci
- öğretmen
- Öğretmenler günü
- ölüm
- ölüm yıldönümü
- ömür
- öykü
- Öykü Atölyesi
- özgüven
- özlem
- Paçoz
- Paçoz..
- Paris
- pasta
- paylaşım
- paylaşmak
- pazar
- pazar alışverişi
- pazar günü
- Pazar sohbeti
- pembe dizi
- pencere
- Piknik
- pişmanlık
- plan ve programlar
- planlar
- plasebo
- Platters
- polis
- popülizm
- program
- programlar
- radyasyon
- radyo
- Ramazan
- Ramazan davulu
- Red kit
- reklamlar
- resim
- resmi bayramlar
- Reşid Behbudov
- Rilke
- rin tin tin
- Roland Garros
- roman
- romantik
- romantizm
- röportaj
- ruh yorgunluğu
- ruhat mengi
- rüya
- saat
- sabah
- sadakat
- Sadettin Kaynak
- safiyet
- Sağanak
- sağlık
- sahur
- Samana
- samimiyet
- sanal
- sanat
- sanatçı
- sanatkar
- Saroyan
- Satürn
- schumann
- sebze
- seçkin
- seçme saçma sohbetler
- sel
- Selimpaşa
- Selmi Andak
- sergi
- sevdiğim şeyler
- sevgi
- sevgi soysal
- sevgili
- sevgililer günü
- sevinç
- seyahat
- seyirlik
- Seyyare
- Shakespeare
- Show TV
- sıcak
- sıkma
- sıradanlık
- Sidarta
- Sigara
- simit
- sinema
- sipariş
- sis
- soğuk
- sohbet
- sonbahar
- soru
- sorular
- spiker
- star
- still life
- su yücel
- suikast
- şablonlar
- şafak
- şans
- şarap
- şarkı
- şaşkınlık
- şeker
- Şeker Bayramı
- şerbet
- şermin
- şiddet
- şiir
- şikayet
- tabak
- tabletler
- tagore
- tanışma
- tansiyon
- tantuni
- tarif
- tartışma
- taşınma
- tatil
- tedavi
- teknoloji
- telaş
- telefon
- televizyon
- temizlik
- tenis
- tenis turnuvası
- terlik
- tevfik fikret
- Tırpan
- tiyatro sahne
- tokat
- toplantı
- Tövbeler Tövbesi.
- Transfer
- tren
- TRT
- TSM
- Ttv
- Tuna Huş
- tutsak
- tuvalet
- tüketim
- Tülin Oral
- Türkan Saylan
- türkü
- TV
- Uğur Mumcu
- umut
- unutma
- uyku
- Üç Hür El
- ülke meseleleri
- ümit
- üretmek
- ütü
- vahşet
- vakit
- Vasuveda
- vatan
- William Holden
- William Wordsworth
- Wimbledon
- yağlıboya resim
- yağmur
- yalnızlık
- yaprak
- yarışma
- yaşam
- yaşlılık
- yatak
- yaz
- yeğen
- yeğenlerim
- yeme-içme
- yemek
- yemekteyiz
- yeni yıl
- yeni yıl kartları
- yesterday
- yıl dönümü
- yılbaşı
- yıldız
- yıldönümü
- yoksulluk
- yol
- yolculuk
- yolculuk.
- yorgünluk
- Young at Heart
- yönetici
- yün
- yürüyüş
- zaman
- Zeki Müren